Hanelerimiz

Bakmayın bu günün birbirine benzemez evlerine./Em.Öğrt. Atilla Korkmaz

Eskinin evleri hem mimari hem de kullanım özellikleri bakımından çok benzerdi. Dıştan bakıldığında duvarları, pencereleri, bir örnekliği ile belli bir yapı kültürünü yansıtıyordu. İlk haliyle hala korunanlar var az sayıda. Ancak bir kısmı virane oldu ve yerine tarzı, estetiği, kişiliği olmayan briket, tuğla duvarlı ve iki, üç katlı betonarme yapılar dikildi. Bir kısmı da çağın gelişen ve değişen ihtiyaçlarına cevap veremediği için orasına, burasına yapılan biriket, tuğla, betonarme eklemelerle melez yapılara dönüştürüldü.

Büyük değildi eski köy evleri, ev bölümü bir, ahır bölümü yarım olmak üzere bir buçuk kat. En büyüğü yetmiş, seksen metrekare. Evin ön tarafındaki kapıdan girdiğinizde sizi karşılayan bölümün adı “yer üstü” veya “içeri” idi köyümüzde. Yer üstü denirdi çünkü, gerçekten yerin yani toprağın üstündeydi, içeri denirdi çünkü uyku dışında evdeki insanların ev içi yaşantısının tümü burada geçerdi. İçeri dikdörtgen şeklinde dört metreye beş, altı metre boyutlarında zemini çoğunlukla sıkıştırılmış toprak olan yalın görünümlü bir mekandır. Girişte ilk göze çarpanlar evin üst tarafta kalan duvarının ortalarına yakın bir yerde yanan yer ateşi ve onun üzerindeki “tütüncelik” (davlumbaz) ile tütüncelik’ in devamındaki duvarı veya bu duvara dik olan karşı duvarın hela kapısına kadar olan bölümünü, bazı evlerde her iki bölümü birden kaplayan “bucaklık” bulunur. Yer ateşi dedim ama tam olarak yerde yanan ateş değil. Toprağa gömülü bir taşın üzerinde yanıyor ateş. “Bileki taşı” adı. Ateşe dayanıklı, içinde kırk, elli santimetre çapında, beş, altı santimetre derinliğinde silindirik bir çukur var taşın. Üzerinde yanan odun ateşiyle iyice kızgınlaşan bileki taşının içi süpürülüp temizlendikten sonra mısır unu hamuru veya mayalanmış buğday unu hamuru dökülür bu çukura. Üzerine bombeli kısmı yukarıya gelecek şekilde bir ekmek sacı kapatıldıktan sonra sacın da üzerine ocağın yanması sırasında oluşan ve biraz önce bir kenara ayrılan kor-kül karışımı örtülür, pişmeye bırakılır. “Bileki Ekmeği” dir pişen ekmek.
Yaz, kış odun yanar ocakta. Bolca duman çıkarır haliyle. Hele de biraz yaş olursa odun. Dumanı ev dışına çıkarmak tütüncelik’in görevi. O elinden geleni yapar da, duman edebiyle çıkıp gitmez ki evden. Bir o yana, bir bu yana yalpalayarak yukarı doğru yükselirken veya aniden açılan bir dış kapıdan gelen esintinin etkisiyle tütüncelik dışına taşar bir kısmı, doldurur içeriyi. Soğuk havalarda dış kapılar kapalı tutulduğundan bir yandan içeriye dolan dumanın gözlerde, genizlerde yarattığı yakıcı etki, öte yandan ahırdan gelen hayvan dışkısı ve idrarının karma kokusu bir köy evinde bulunduğunu hatırlatır burunlara…


Bucaklıkta üstte “terek”, tereğin altında düzgün bir taş zemin üzerinde boy, boy kazanlar, bakraçlar, büyük tencereler ve bir bakır “su gügümü” bulunur. Terek ahşap olup üzerinde sahanların, tabakların, tasların yanı sıra “sarma tenceresi”, “kıyılı”, “kulaklı” gibi daha küçük boy pişirme kaplarının dizili olduğu raflar bulunur. Tereğin bir yanında yetişkin bir insan elinin sığabileceği bir açıklık,”kaşıklık” ‘a açılmaktadır. Adı üzerinde ahşap kaşıkların yerleştirildiği yer. Bazı tereklerde kapağı açılıp kapanabilen bölmeler de bulunur, cam bardaklar saklanır buralarda. Tereğin uygun yerlerine çakılan çivilere “yağ tavası”, “dönderme tavası” (kızartma tavası) ve “ilistir” (süzgeç) asılıdır.
Arazi eğimli olduğundan, ev arazideki eğime uyularak yapılır. Bu eğime göre, içeri bölümü üst tarafta ve altı dolu, odalar bölümü alt tarafta ve altı boştur. Bu boşlukta “afur” (ahır) bulunur. Ahır bölümü yarım kat demem bundan. Ahırın üstü tahta döşemedir. Tahta döşeme içeri’ nin toprak zemininden yirmi beş, otuz santimetre daha yukarıdadır. Bu tahta döşeme aynı zamanda odaların zeminini de oluşturur. Genel olarak bu bölümün her iki tarafında ahşapla bölünmüş birer oda ve iki oda arasında penceresi de olan bir boş alan (salon) bulunur. Salon penceresi içeri’ yi de aydınlatmakla görevlidir aynı zamanda
Odaları içeri’ den ayran ahşap bölmeler tahta döşemenin yarım metre, bazılarında biraz daha fazla olmak üzere aşağı tarafından başlar. Böylelikle odaların önünde içeri zemininden daha yukarıda, ahşap bir set oluşur. “Tahta üstü” dediğimiz bu set günümüzün oturma takımlarının işlevini görür. Tahta üstüne ensiz kilim ve yaygılar serilir. Ayrıca yer minderleri bulunur üzerine oturmak için. Tahta üstünün uygun bir yerinde “ahır kapağı” bulunur. Bu açılır, kapanır kapak, kış günlerinde veya gerektiğinde gece ahıra girip- çıkmak, ahırda bulunan kişiye bir şey vermek veya ondan bir şey almak için kullanılır.
Bazen öyle duman dolar ki içeri’ ye, yakar gözleri acı biber misali. Evlerin biri giriş kapısı, diğeri de onun tam karşısındaki duvarda bulunan hela kapısı olmak üzere iki dış kapısı bulunur. İki kapıyı birden açmak dumanın kolayca dışarıya çıkmasını sağlar, ancak bu soğuk havalarda içeri’ nin soğuması ve üşümek demektir. Kapıları açıp ev içini soğutmadan dumanın kendiliğinden çıkması için çatı örtüsünde dikdörtgen ışıklıklar (baca) bulunur. Işıklıkların üstü, ışıklıktan daha büyük bir tahta ile kapalıdır. Evin içinden uzun bir sırıkla ışıkılığın bir tarafına itilerek açılır, ya da ışıklığın tam üzerine getirilerek kapatılır. Işıklıklar bir yandan gün ışığının evi daha iyi aydınlatmasını sağlarken, diğer yandan davlumbazın dışına taşan dumanın dışarı çıkmasını da sağlar. Davlumbazın olmadığı evlerde halin hep duman zaten. Işıklıkları açıp, kapatmakta kullanılan iki buçuk, üç metrelik bu sırığa “baca sırığı” veya “baca çarpısı” denir. Unutamadığım bir anım var baca sırığı ile ilgili.
Tütün çok küçük yaşlarımda girdi hayatıma. O girmedi, haksızlık etmeyeyim, ben aldım onu hayatımın içine. Altı yaşında var mıyım bilmiyorum. Bu gün aramızda olmayan çocukluk arkadaşım Murat’ la, Şükrü Dedem’ in evinin oralarda bir yerlerdeyiz. Murat’ ların evi de orada. Nereden bulmuştuk tam hatırlamıyorum. Elimizde sap sarı Muş Tütünü ve sigara kağıdı var, hem de bolca. Sarıp, sarıp içiyoruz. Sarıyoruz sigarayı, çakıyoruz kibriti. Elli beş yıl, yani yarım yüzyıldan fazla zaman geçti o günden bu güne. Çok şeyler değişti ancak değişmeden kalanlar da var. Yanmakta olan kibrit o zaman da bu günkü gibi kokuyordu. Yanmış kükürt kokusu, geniz yakan o keskin koku. Bir de yanmamış tütünün kokusu. Çocukluğumdan beri bayılırım yanmamış tütün kokusuna. Hiç bir başka koku veya parfüm vermez bana aynı keyfi. Ne zaman Samsun’ a yolum düşse mutlaka giderdim oraya. Tekel’ in yaprak tütün işleme tesislerine. Samsun’ un merkezi bir yerindeydi, zor olmazdı gitmek. Alçak, yolla bir, tel kafesli pencerelerden mis gibi tütün kokusu gelirdi, yola doğru üfleyen sıcak bir hava akımı ile. Döner dururdum koca binaların etrafında, tavaf yapan hacı misali.
Yanmış tütünün kokusu da değişmedi. İster pahalı Amerikan cigarasını yak, ister Muş Tütünü’nden kağıda sardığını kokusu da bir, zararı da insana. Yıllarca birlikte yaşadım yanmış tütün kokusuyla. Öğütler, zararı üzerine konuşmalar, konferanslar, azarlamalar, baba dayakları, televizyon spotları, sigara paketlerinin üzerindeki yazı ve resimler bıraktıramadı bana sigarayı. Kanser bıraktırdı nasıl becerdiyse ? Benim gibi tiryakiliği kırk yılı aşmış biri korkuyla da olsa bırakabiliyorsa herkes bırakabilir derim. Siz bana katılsanız da, katılmasanız da derim, demeye de devam edeceğim.
Baca sırığı konusundan bir parça ıradık bu arada. Oraya dönelim yine. Sardık içtik, sardık içtik Murat’la. Sonra o eve, ben eve. Eve geldim gelmesine de, ya yanmış tütün kokusu benden önce geldi ya da bizi gören biri gammazladı, orasını bilmiyorum. Annem karşıladı beni dış kapıda, pek normal bir karşılama değildi bu. Elinde baca sırığı var annemin. İşte o anda baca sırığının bacayı açıp, kapatmaktan başka marifetleri de olabileceğini akıl ettim birden. Atak davranıp kaçayım dedim. Ne mümkün ? Bir döşeniyor, bir döşeniyor ki baca sırığını arkamdan. Kaçarken çamurlu yolda kaç kez yüz üstü kapaklandım, darbeler yüzünden, sayamadım. Düşüyorum vuruyor, kalkıp koşuyorum vuruyor. Hem de nasıl vuruyor bir bilseniz. Sanki ,“palan” döğüyor tokaçla. Aşkolsun anne !
Evde kirli çamaşırlar biriktiğinde, sepetlere doldurulan çamaşırlarla, anneler, erişkin genç kızlar “palan yu’mak” için bir çeşme başına giderler. Bir düzlükte odun ateşleri yakılır, odun külü dökülür ısınmakta olan suyun içine. Daha sonra süzülüp külden arındırılan duru su, çamaşırları yıkamak, beyazları ağartmak için kullanılacaktır. Üzerinde çamaşır döğüle, döğüle hafifçe çukurlaşmış bir taşın üzerindeki çamaşıra sıcak küllü su döküldükten sonra, ahşap bir tokaçla çamaşıra vurma faslı başlar. Döğüle, döğüle tertemiz olur çamaşır. Ne deterjan, ne çamaşır suyu, ne de başka bir kimyasal, yalnızca odun külü. Alın size doğada kalıcı kirliliğe yol açmayan, doğal, çevre dostu, her şeyiyle organik bir çamaşır yıkama yöntemi. Çevreciler, organikçiler denemek istermezmisiniz ? Bundan böyle çamaşır makinanızın deterjan gözüne yalnızca sıcak kül suyu dökün de “sözde değil özde” çevrecidir desinler sizin için. Varmısınız ?
Her gün üç öğün “sofra salınır” evde. Konuk gelirse öğün aralarında da sofra salındığı olur. Yer üstüne salınan sofra çevresinde toplanır ev halkı, “sekmen” ler üzerine oturarak. Sofra tahta üstünün hemen önüne salınır ki, birkaç kişi de tahta üstüne oturarak yemek yiyebilsin. Kalabalık ailelerde aynı anda iki sofra salındığı da olur, sığmaz ev halkı tek sofranın çevresine. Yemekler büyük sahanlar içinde konur sofra üzerine, tahta kaşıklarla birlikte, çatal yoktur. Çok sürmez sahanların boşalması, tekrar doldurulur. Çocuklar bazen küserler oturmazlar sofraya. Sofrada kendisine hoşuna gitmeyen bir söz söylenen çocuk küsebildiği gibi, herkesin oturduğu sofrada kendisine yer kalmadığını gören çocuk “küsesi” de varsa ;
-“Ben nereye oturacağım ?” Sorusuyla bir ön yoklama yapar hane halkı üzerinde. Sofrada bulunan yaşlılar, bir sorun çıkmasını istemiyorlarsa, hemen bir yer açılır, biraz sıkışılarak, çocuk oraya oturtulur. Bazen de eğlence olsun diye, çocuğun sorusuna bir yaşlı ;
-“Değirmenin kündüne” diye cevap verir.


Bu karşılık küsesi gelen çocuk için yeter sebeptir. Oturmaz sofraya. Israrlar, yalvarıp yakarmalar başlar bu kez. Küsen çocuk içten, içe çok mutludur, yaşlıların kendisine yalvarıp, yakarmasından, ancak renk vermez, vazgeçmek istemez küsmesinden. Aç kalırım, korkusuyla kırılır kiminin inadı, otururlar sofraya. Çok inatçılar oturmazlar. Herkes yemeğini bitirip sofradan kalktıktan sonra, kendileri için sofraya konulanları yerlerse ne ala, yemezlerse kuru ekmeğe talim ederler bir dahaki öğüne kadar.
Olağan günlerde yerde yanan ateşe yerleştirilen sacayağı üzerinde bakır tencerelerde pişer ev halkının yemekleri. Meci (imece), düğün nişan yemekleri de küçük boy kazanlarda. Mecilerde, köy işleri yardımlaşarak, iş ve güçbirliği ile tamamlanır. O günlerde evlerin birbirine para borcu olur muydu, doğrusu onu bilmiyorum ama meci borcu olurdu. Herkes en kısa zamanda öderdi o borcu alacaklısına böylece kolay edilirdi köy işleri. Yapılan köy işine göre isim alırdı meci ; -Tayla (tarla) belleme mecisi. -Yarış mecisi. -Ot kazma mecisi. -Darı (mısır) soyma mecisi. -Gavsuk ayıtlama mecisi. (Gavsuk : fındık çotanağı, gavsuk ayıtlama da, fındık patozları yokken, harmanda çotanağından çıkmamış fındıkları elle çotanağından ayırma işlemi.) -Tayla toplama mecisi. -Odun taşıma mecisi


Anlatmak isterim de yerim yetmez tümünü anlatmaya. Birini anlatayım size, çok coşkulu, çok keyifli, çok eğlenceli olan “yarış mecisi” ni. Karadeniz bölgesi toprak fakiri. Yok ki geniş ovaları, göz alabildiğince. Bir de çok engebeli arazi. Traktör çalışamaz, pulluk çalışamaz, toprağı işleyen bedenler ona bile razı da, karasaban ve öküz bile çalışamaz. Kim çalışır ? Adem kızları, bazı bazı da Adem oğulları. Bel demiri ile bellenir ilkbaharda topraklar. Koca koca toprak parçalarını biraz ayırır, alır yer yüzünden bel demiri,ama hazır etmez toprağı. Tavına gelmeyen toprakta yeşermez ki mısır tanesi. Un ufak edilmeli, kazmalarla o koca koca parçalar. İşte bunun içindir yarış mecisi.Sayıları yirmiyi bazen otuzu bulan kadınlar ve genç kızlardan oluşan meci grubu, tarlanın bir ucundan diğer ucuna düz bir saf halinde dizilmiştir. Herbirinin elinde bir kazma. Şart değil ancak kaval çalan bir kişi varsa bir başka güzel olur meci. Hele hele bir kemençeci varsa tadından yenmez zaten. Kazmalar söylenen türkünün, çalınan gaydanın ritmine uygun olarak birlikte kalkar havaya, yine birlikte iner toprağa. O kadar eş zamanlı olur ki bu uzaktan seyreden, müzik eşliğinde ritmik jimnastik yapıldığını düşünebilir pekala, ya da Ondokuz Mayıs Bayramı provası. Havaya kalkan kazmaların kah ağzı vurur toprağa kah küpüsü, kazmayı kullananın seçimine göre. Bu şekilde ağır ağır ama birlikte ilerler grup. Bir adım ileriye geçmez, bir adım geride kalmaz kimse. Mecide bir çalgıcı yoksa türkü söyler bir kadın. İnsanı coşturan, hareketlendiren mecilere has türkülerdir bunlar. İşte bu türkülerle yada çalgıcının çaldığı müziğin etkisiyle o kadar artar ki coşku, arada bir coşkuya kapılan birinin kazmasını bırakıp safların birkaç adım ilerisine çıkıp bir alaşağı kırdıktan sonra yerine döndüğü görülür. Türkü söyleyen kadının bir başka görevi de arada bir gayrete getirmektir meciyi. Zaman zaman “de bakıyim”, “hadi bakıyim” der türkü aralarında. Toplulukta coşku doruğa çıktığında hep birlikte ; “İ hu,hu,huuuuu !” diye “huykurur” meciciler. Sürer gider neşe ve coşku, tarlanın diğer ucuna kadar. İş bitiminden geriye kalan tatlı, hafif bir yorgunluk olur, o kadar…