Sisdağı Günlerim

     Çocukluğumun Sisdağı Yaylası./Em.Öğrt. Mustafa Sağlam

    Sisdağı Yaylası Obamız, ormanlar arasında bir yerdi. Obanın hemen yanı başında   başlardı ormanlar.  Sisdağı yamaçlarında ise  ineklerimizi otlatırdık. Her soluğumuzla çam kokuları ile dolardı ciğerlerimiz. Sular ise pırıl pırıldı.

Sisdağı Yaylası’ndaki ilk yılımızda Temelin Ali’nin evinde kaldık. Bu ev Belen Çimeni kıyısında  idi. Küçücük çimenlikte  sis bastırınca yolumu kaybeder, evi bulamazdım.  Zamanımız günlük işlerle geçer, köyden gelenlerin yolunu gözlerdik. Onlardan meyve beklerdik. Yayladaki en büyük zevkimiz, köyden gelen meyveleri yemekti. Başrolde taflan ve armut gelirdi. Bir de sabahları süt içmek.

                  Ben yayla evinin  değişmez elemanı, büyükler ise sırayla değişirdi. Her değişimde evin de havası değişir, bu değişiklik benim de hoşuma giderdi. Komşularımız ise Fethiye Kızı yengem ve Şarlı Kızı yengemlerdi. Onlar anam geldiği zamanlar sohbete gelirlerdi. Ben bu yıllarda kemençeye çok meraklanmış ve oyuncak kemençeler yapmakla uğraşırdım. Hani ya Erkek Su’daki kahve yanında az dinlememiştim Ramis’i. Evlerin damından hartama çalar, tehlikeyi göze alarak at kuyruklarını yolar ve kemençemi yapardım. Sesini daha duymaya fırsat kalmadan akşam olur, eve götüremezdim kemençeyi, gizlerdim. Günahtı kemençe çalmak, anama göre. Gizlediğim yeri bulur kırardı oyuncak kemençemi anam. Ben de kırık parçalara bakar ağlardım. Anlamazdım anamın kırdığını, çocukları suçlardım.

                  Yaylada en çok amcamların Muharrem’i özlerdim, onlar kadırgaya giderdi . O yüzden günler çabuk geçsin  isterdim.

                   1963 yazında ise, obanın tam ortasında Kadının Hüseyin’in evinde kaldık. Bu yılda komşular değişikti, ama olsundu.  Köydeki komşularımızın dışındaki köylülerimizle yakından tanışmış olur, bu durum hoşuma bile giderdi. Ev ahşap, tek katlıydı, çoğunluk çam kütüklerinden yapılmıştı. Evin kapısından girişte sağ tarafta hayvanlar yatar, sol tarafta ise bizler kalırdık. Karşı sırada ise iki raftan oluşmuş terek ve kazanlar dururdu. Bizi ise hayvanlardan ağaç duvar ayırırdı. Hayvanların üst kısmı ise yarım kat  gibiydi. Sularımızı ise tahta kufalarla taşırdık. Sabahları yayığımızı yayar, yiyeceğimiz yağı ayırır, kalanını yağ küleğine koyar, biriktirir, köye gönderirdik. Ya da  Sis Pazarında satardık.

                    Evimiz obanın ortasında olduğu için yabani hayvan korkumuz azdı ama  yine de geceleri dışarı çıkmaya korkardık. Kalaycıoğlu İsmail’lerin bir boz  köpeği vardı. Herkes korkardı ama, yine herkes  bu köpeği severdi. Çünkü  çoğunluğu çocuk olan obanın en iyi bekçisiydi bu köpek. Gündüzleri bağlıydı ama geceleri kral da,  aslan da oydu.

                    Dayanışma ve yardımlaşma çok iyi idi bu yıllarda. Bir hayvan kaybolsa herkes onu aramaya giderdi. Gecenin bir vaktinde ormanın yalnızlığında bulur getirirlerdi hayvanı. İki defa da bizim ineğimiz kaybolmuştu da bulunduğunda ne sevinmiştim, anlatamam. Ya da sarı avudan yiyen ineklerimiz zehirlenirdi de birilerinde tuzlu hamsi veya turşu mutlaka bulunur, hayvan da kurtulurdu.

                     Bu yılın otçu zamanı yaşanan ölümlü bir olay (detaylarını anımsamıyorum) bozmuştu obanın havasını. Ama yaşam devam ediyordu ve yaşanmak zorundaydı Sis Dağının sisli günleri. Yayladaki günlerimizin en güzel yanı ise her hafta değişen nüfus,  birilerinin gidip, birilerinin geldiği ve her yeni gelenin getirdiği havaydı.

                     Bazı cumartesi günleri Sisdağı Pazarı’na gider, kavurma kokuları arasında horoncuları seyreder ve Örümcek Boğazı’ndan çıkar, obamıza girerdik. Baca veya hartama aralarından çıkan dumanları seyreder, obanın büyüklüğü ile haz duyardım bazı günler. Bir de Sisdağı’nın, obamıza bakan yamacındaki büyük kayanın üstüne çıkmaktan hoşlanırdım.

                     İkinci yılda da evin değişmeyeni bendim. Ama bu yıl kemençe merakım azalmıştı. Günah olduğu  yönünde çok telkin almıştım  demek. Yayla sezonu bitiminde herkes grup, grup köye yollanırdı. Biz de en son grupta yer alır, dağ yoluna veya Ütük’e geldiğimizde biraz mola verir, Ütük’te Hüsnü amcamların evinde bir hafta daha kalırdık. Ondan sonra köye gelirdik. Yayla sezonu da bitmiş olurdu.

                    Yayla sezonu biterdi ama işler bitmezdi. Daha üzümler toplanacak, pekmezler yapılacak, gazeller süpürülecek  ve kışa eksiksiz girilecekti. Çötende mısırlar, küplerde turşular olmazsa olmazdı. Kışın en çok turşu kavurması ve nardak olurdu evlerde.  Şimdiki çocuklar ve gençler bunun hayalini bile kuramazlar ya… Yaşamanın tadı başkaymış  zamanının o günlerinde…

                    Şimdi Sisdağı Obamız yakılıp yıkılmış.  Bahçe duvarları  bile yok. Yolları ot kaplamış. Gidenler Sabri’nin suyuna konuk oluyorlar. Ya da Erkek Suya çıkıyorlar. Belki Paldırlı suya. Ormanları mı? Çamlar eşkıya olmuş çıkmış dağlara.  Yeni başlanan ağaçlandırma çalışmaları, can vermeye başlamış oralara.
                   Artık  yürüme gittiğimiz yerlere, günümüzde arabalarla gidiliyor. Değişiklik hep iyi olamıyor ki. Bu bozmuş diye düşünüyorum  yaylalarımızı?
                   Özlediklerimizi; ne olursa olsun, yeniden yaşamak çok güzel. Yaylalara  doyulmaz…