OSMAN SAĞLAM
Kömür İşçisi BABAM (19.07.1329(1914) / 01.05.1962)
Kömür işçisi babamla, her zaman övündüm.
Övünmek, kişisel bilincinize uygun bir eylemdir. 10 yaşında başkadır övünecekleriniz, 30 yaşında başka. Babamla her yaşımda övündüm.
Babamın nerede çalıştığını bilmiyordum. İlkokul öğretmeniydim. Askere gittim ve dağıtımda çektiğim kurayı değiştirerek Zonguldak’a geldim. İşte o yıllar kent içinde ve çalıştığım köyde insanların yüzleri vurgun yemiş gibi, gözleri sürme çekmiş gibi siyahtı. Sordum da güldüler bilmediğime. Kömür işçileri madene gidip kazmacı olarak kömür kazarlarmış. Madende çalışanlar yerin altında bilmem kaç yüzmetreden kömür çıkarırlarmış. İşte o işçilerin kömür karası olurmuş yüzleri. Yüz karası değil ya. Olsun kömür karası. Emek yarası olsun, yurdunu satanların yürek karası, hırsızlık yarası değil yani.
Çalıştığım köyümde bir maden çavuşu vardı. Beni de indirdi madene. Ürkütücü bir karanlık ve sessizlik. Kaç bin işçiyi yedi o kara kara yerler. Kulak sağır eden o sessizlikler. Gerçekte madenler değil o işçileri yiyen; o işi verenler yediler elbette. İş yasalarını düzenlemeyenler elbette. Düzenlenmiş olan yasaları da uygulamayanlar elbette. Uygulamayanları da koruyanlar elbette. İşçilere karşı ne büyük bir blok var böyle. Bu blok içinde şimdi taşeronlar var. 2010-14 yılında taşeron firmalar iş veren durumunda. Ölümler sürüyor.
İşte babam buralarda verem olmuş. Tedavisi de yok o yıllar. Çalışamayınca dönüyor köyümüze. Tazminat dedikleri bir şey varmış, onu alamadım derdi. Ne olduğunu öğretmenlik yıllarında anladım. Zonguldak’ta bir avukat vardı, sonra milletvekili oldu. Derlerdi ki, işçilerin alınamayan tazminatlarını almış da onlarla milletvekili olmuş. Anama sordum bu konuyu, sustu, konuşmadı. Ben de susmalıydım o zaman dedim; asıl söz hakkı anamındı. Sonraları yanlış yaptığımı anladım tabi. Çünkü anam babasından kalan haklarını kesinlikle almayacağını söylemişti. Öyle de yaptı. Babamın tazminatını da aynı kafayla, almak istemeyeceğini düşünememiştim. Anamın cehaletinin aynısını öğretmen olan ben de yapmıştım. Üzerine gidememiştim. Bu haklar, yiyenlere kaldı.
2010 yılında hala işçilerin üzerinden, ölen işçilerin, o kanların üzerinden para kazanıp, çoluğuna çocuğuna yedirip rahatça uyuyanlar var bu ülkede. Ve bu ülkede bu kan emiciler hala insanım diye ortalıktalar. O ölenlerin çucuklarının gözlerinin içine baka baka, hala yalan söyleyecek kadar yürekleri kömür karasından daha da kara ki, hala politika yapıyorlar.
Ancak asıl sorun, kömür işçileri. Zonguldak’ta öğretmenlik yaptığım köydeki işçiler, bir ay çalışır bir ay dinlenirlerdi. Kahvede karşılaşırdım, söyleşir çay içerdik. Sigara içenler iki paket taşırlardı. Masanın üzerine pahalı, kaçak BD sigaraları konurdu. Çorap içlerine ise, benim de içtiğim filtresiz Bafra sigarası saklanırdı. Oysa bilirdi herkes böyle olduğunu. İşçi bilinci kapalı olanların böyle yaptığını sonraları anladık. Konuşunca bir süre sonra rahatlarlar, kaçak sigaraları bırakırlardı. İşçi sınıfı bilincine ulaşan işçiler ise, sigarayı tamamaen bırakıyorlardı. İşte işçi Zonguldak’ta henüz sınıf değildi, köydeki ırgattı. Derdim ki o yıllar, Türkiye’de bir şey değişecekse buradan başlayabilir, Zonguldak kömür işçileri ne zaman ayağa kalkar ancak o zaman olabilir diye. Yıllar sonra Ankara’ya yürümeye başlayan kömür işçilerinden ne çok korkmuşlardı. Genel başkanlarını de basit bir suikast ile aradan kaldırmışlardı. Kemal Türkler de 1 Mayısı 1977de 500bini Taksim’e topladığında nasıl aradan çıkarıldı ise oyun aynı sermaye sınıfı adına suikastlarla sürdürülüyordu. Hem de işçiler bunları anlamasın diye bin bir türlü entrika çevirerek. İşte ne zaman işçi, işçi sınıfı olur, o zaman özgürlüklerden söz edilebilir.
İşçi arkadaşlarıyla Zonguldak’ta…orta sırada şapkalı Osman Sağlam
Bazı anlar vardır yaşamda, unutulmazlar. Güzelliklerin yanında, beğenmedikleriniz de olacaktır. Babamla yaşadığım bir kaç yıl içinde benim de anılarım var. Çocukluk anıları bunlar. Bir çoğu bellekten silindi bile. Bir kaçını anlatmak istiyorum:
Babamı az görürdüm. Arada bir dinlenmek üzere sırt üstü yattığı zamanlarda, koşup göğsünün üzerine uzanırdım. Burası bir başka yerdi. Dünyada eşi benzeri yoktu. Bunca mutlu olduğum zaman var mıydı başka? Olsa da bunca doyurucu olamazdı.
Bir başka anım: İlkokula beş yaşında gitmiştim, kayıtsız olarak. İşte o yıllardı bu anlatacağım, doğru anımsadığımı sanıyorum. Babam iyi bir ustaydı, marangozluk yapardı. Ayaklarının arasında dolaştığımı ve meraklı olduğumu fark etti. Tabi yetiştirmek istiyordu. Deneme başlamıştı. Keseri, elime tutturdu. Kendi kendime yukardan aşağı sallayarak çivi çakıyordum. Ama benden yatay sallamamı istedi. Göğsümden ileri doğru yatay duran çiviyi çakmamı istedi. Keserin koca kafasını, yatay durumda zor tutuyordum. Ama çok keyif almıştım bu işten. Başladım çakmaya. Uff, kaç kez kaydırdım. Çiviye isabet ettirmem uzun sürdü. Sonunda zor oldu ama başardım. Başımı severek, USTA OĞLUM demişti. Gözlerimin önünden uçuşan yıldızları hala anımsarım.
Babamın saati. Hala çalışıyor. (2010) Kösteğini değiştirmek zorunda kaldım. Babamın bende kalan anısın nasıl bana geçtiğini de anlatayım:
Köy yerinde geliri olmayan bir ailenin anası olmak ne demektir yaşayan bilir. Bir de kocası ölünce, ortalıkta kalmak iyice delirtir insanı. Anam işte o günlerde, bu darlık içinde eşyalardan para edecek olanıları satmaya başlar. Bu saat onlardandır. Satar da babamın çok sevdiği arkadaşı, dostu, teyze oğlu (Çaytak Yakup’un) Mehmet BEKTAŞ görünce çok üzülür. Kimseye bir şey de demez ama gizlice saatı (satılan kişiden) parasını verir ve alır. Zaman içinde benimle karşılaştığında durumu bana anlatır. Parasını ödeyerek almak istersem de hayır der. Kaç kez istediysem de vermez. İstanbul’da 1983 yılında evleneceğimi duyunca bana geldi. Bu davranışını asla unutamam tabi. Sağ olsun. Benden bir isteğin var mı dedi, bana düşen bir şey var mı? Evet dedim, sana düşen bir iş var. Tabi dedi söyle. Bababmın saatını, bana düğün hediyesi olarak vermeni istiyorum. Çok zoruna gitti, babamın anısını O’da saklamak istiyordu tabi. Oluuur ama dedi sen de bana güzel bir saat alacaksın. Çok güzel dedim, sözüm olsun, alırım. Ve düğün hediyemi verdi. Aslında babamın bana verdiği düğün armağanı olarak kabul etmiştim. On iki yaşımda ölen babam hep yanımdaydı artık. Bunca mutlu olduğum anlar azdır. Ama büyük hatalarımdan birini yaptım, ancak 2010 yılında götürdüğüm saatını Mehmet Abinin. Sözümde durdum sayılabilir mi? Hiç bir gün sözünü etmedi saati götüremeyişimin. Hatta verdiğim gün bile beni üzmedi. Sağ ol, sağ ol Mehmet Abi.
Üçüncü sınıfta olmalıydım. Köy yerinde parayı bilmezdik. Para harcamak neydi ki? Nerede harcayacaktık? Yoktu böyle bir yer. Ama merak edip ne olduğunu anladığım günlerin birindeydi. Babam bahçede çalışıyordu. Yeleğini, eliyle yaptığ bu evin, tahta ile çevrili kendi odasına asmıştı. Şu üstte fotografını gördüğünüz saatinin kösteği sallanıyordu. Para almalıydım, elimde döndürmeli bakmalıydım. Babamın yeleğine elimi uzattım. Çok heyecanlanmıştım. Ateşler riçindeydim. Arkamda bir çıtırtı olsa kulak kesiliyordum. Yeleğin ceplerinden birinde buldum paraları. Paraların arasından bir delikli 2,5 kuruş ve dört tane de 1 kuruş aldım. Fırladım evden. Gören olsa bu koşmayı, bir halt yediğimi hemen anlardı zaten. Evimizin arkasından yol geçiyordu. Yolun üzeri de Zeynep Teyzemgilin yeri idi. Çıktım hendekten yukarı, yere yeşilliğe uzandım. Gizlenerek bizim evi kolladım bir süre. Kimse yoktu. Paraları çıkardım, oynadım, evirip çevirdim. Sonra gene bekledim evimiz tarafında kimse yoktu. Beni aramıyorlardı. Biraz daha bekledim. Sıkıldım. Olmayacaktı böyle beni bulsunlar diye beklemek. Bir hırsızlık yaptım, sürdürmeliydim. Kimse yoktu. Kalktım, paraları toprağa gömdüm. İşaret koydum. İndim. Eve geldim. Akşam olunca toplanıldı. Henüz kimse konuşmuyordu. O gün geçti. İki gün daha geçti. Babam bir gün anamla konuşuyordu. Ben de yanlarındaydım. Hanım dedi babam; yeleğimden para alınmış. Ama çalınmış demiyordu. Alan bu günlerde aldığı yere bırakır inanıyorum. Bir yanlışlık yapmış, o yanlışı düzeltmeli. Dedi. Ben bir şey olmamış gibi yapıyordum. Konuya hiç karışmadım. Veee iki gün sonra topraktan çıkardım paraları, temizledim, aldığım yere koydum. Babam sonraki günlerde, yanlış düzeltildi hanım, bir daha olmaz dedi. Ortaya söylenen bu söz afedildiğimi de göstermişti. Hırsızlık yapamamıştım, yapmayacaktım da…
Babam kasaplık da yapardı. Altı kardeş iki ana baba, sekiz kişiye ekmek dayanır mı? Babam çalışır, didinir dururdu. İlginçtir babamın dürüstlüğü, güvenirliği konuşulurdu köylülerce. Bir sözünü unutamam: Bak oğlum demişti. Bu OĞUZ’un yarısı bize dayı der, yarısı da bizim dayımız. Herkesle iyi geçineceksin.
Sözü dinlenen biriydi. Bir gün iki kişi geldi eve. Karı-koca imişler. Kocası daha çok konuşuyordu. Arada bir kadın da mırın mırın bir şeyler diyordu. Ama anlaşılmıyordu. Belli ki, kadın korkuyordu. Babam dinledi dinledi. İkisini de konuştırdu. Adam boşamak istiyordu karısını. Babam adama sen haksız gibi görünüyorsun ama karar veremedim dedi ve ayağa kalktı. Odanın rafları arapça kitaplarla doluydu. Gitti onlardan birini aldı. Bu kitaba bakarak size bazı açıklamlarda bulunabilirim ancak. Ama dedi önce abdest alacaksınız. Sonra söylediklerimi mutlaka yapacaksınız. Söz verdiler. Sayfaları karıştırdı babam ve onlara bazı yerleri arapça okudu ve türkçe açıkladı: Karı kocanın yapması gerekenler vardır. Erkek her durumda kadını kollamalı. Yanlışlarını düzeltmesi için doğruları anlatmalı. Her durumda azarlayan bağıran biri değil, gönül alan biri olmalı. Kadın da erkeğinin yanında, ona destek olmalı. Kızgınlıkları azaltmalı kadın. Aynı zamanda evin eksiklerine eşi ile birlikte koşmalı. Gene de arada bir söz sertleştiğinde bir taraf susup dinlemeli ve ortalık sakinleşince diyeceğini demeli. Ama işte o zaman karşı taraf da susup sonuna kadar dinlemelidir. Burada son söz şudur; Boşanmayacaksınız ve birbirinize iyi eş olacaksınız. Bu söz kadını sevindirdi, erkeği de rahatlattı. Çıktılar. Zaman sonra araları düzeldiğinden, iyi bir aile olarak babama hep sağol demeye gelirlerdi.
Ortaokulu Beşikdüzü’nde okumama karar verdiler babamla anam. Şöyle oldu: Yoksul aile. Okulun masrafı çok, beni okutamayacağını hesapladılar. Babam öğretmenimle anlaşarak benim bir yıl daha beşinci sınıfta okumamı sağladı. Gene de ilkokulu erken bitirdim. Anam çelimsiz uşak, çalışamaz ki diye söyleniyor. Doğumumda üç metre kar varmış, kurtlar dolaşıyormuş köyde. İşte ölümden dönmüşüm. Öğretmenlerim de okumalı diyorlar, bu uşakta iş var. Bir akşam evde, ocak başında karar verildi. Yarın sabah üç ısırgan otunun tepesi eşit seviyede kesilecek, okul, terzi ve marangoz adı verilerek işaret konacak. Hangi ısırgan önce büyürse mesleği o olacak. Ne oldu bilemesziniz! OKUL adı verilen ısırgan büyüdü. Ben o yıl Beşikdüzü Ortaokulu’na başladım. İşte ikinci sınıfta iken de nisan sonunda babamı kaybettik. O kadar acı vermişti ki bana. Bu acıyı anlatabilecek dil zenginliğim yok. Aklımda o günlerde söylediğim bir isyanımı anımsıyorum: Ey Allah! Başka babalar dururken benim babamı neden aldın. Sana inanmıyorum. İşte bu sözün içindeki başka babalar dururken sözünün, gerçekten çocukluk olduğunu kaç yaşına gelince anlıyorum. Onların babalarını alınca baba alınmış olmuyor muydu? Ama benim ki acının, çaresizliğin isyanı, dillenmesi idi.
Babam olmayınca, yetersiz koşullarda kaldığım evlerde, soğuk, eksik beslenme derken, verem oldum. Ortaokul üçüncü sınıfta yoksuluğun getirdiği bir ortamdaydık. Altı üstü beton olan bir odada kalıyorduk. Benim yatağım da yorganım da çok yetersizdi. Kısaca verem olmuşum da haberimiz olmamış. Bir sağlık memur olan Eyüp Abi farkedince tedaviye başladık. Yıllarca verem savaş dispanserlerinde denetim altındaydım. Sonunda İstanbul’da bir Verem Savaş Dispanserinde gelmenize gerek yok, her şey çok güzel dediklerinde, yeniden dünyaya gelmiştim. Tabi Eyüp Abi’ye az uğradım, bu gene benim hatalarımdandı. Eyüp Abi’nin öldüğünü yıllar sonra öğrendiğimde içten içten ağlamıştım.
İşte babamdan kalan, çocukluğumun anıları. Babamdan gelen genlerimin olduğunu düşündüğüm becerilerimle yaşam sürdürüyorum. Elbette her alanında, babama olan duygularım hep canlı kalacaktır.
Em.Öğrt. Şakir Sağlam
oy türkelli (*)
oy türkelli dediğim
beşikdüzü köyüdür
çay ile trabzon’a
fındığın türkiye’ye
söylenen türküsüdür
sis dağı gelinidir
kadırga uzun aşkı
dünya’ya kemençeden
açılan bir öyküdür
açılan bir öyküdür
(*) oy türkelli şiir dosyamdan
|