Kadırga Yollarında

 1964 yılı yazında Kadırga Yaylası’na gitmeye karar verildi./Em.Öğrt. Mustafa Sağlam

Hazırlıklar yapılmaya başlandı.
Bu sefer Çadır Düzü’ndeki kendi evimize gidecektik. Yol uzundu ama olsundu, Kadırga’daki ilk yılım olacaktı.  Yaylaya köyümüzün yaşlıları ve çocukları arabayla gidecekti. İlk defa arabayla uzun yolculuğa çıkacaktım.   Ben çok heyecanlıydım. İnekler yıkanmış, temizlenmiş, süsleri hazırlanmıştı. Yolculuk gecesi hazırlıklar tamamlandı, yoldan gidecekler uğurlandı. Bizler yoldan gidemedik diye üzüldük. Ama büyükler doğrusunu bilirlerdi.
         Göç karadan yola çıkmıştı. Arabayla gidecekler ise iki gün sonra yola çıkacaktı. Böylece yaylaya birlikte varmış olacaktık. Arabaya nereden bindiğimizi anımsamıyorum. Akkese Köyü’nden Bilal Balta’nın pikabının arkasında yerlerimizi aldık. Yola koyulduk. İlk yolculuğumda beni araba tuttu. Çok rahatsız oldum, çevremi de rahatsız ettim galiba. Yolculuğumuz sıkıntılı, rahatsız edici oldu. Yollar çok bozuk, oturağımız ise tahtaydı. Yolculuğumuzun sonunda Kefli Obası’nın yanına geldik. Ondan sonrası yaya gidilecekti. Çünkü yolumuzu kar kesmişti.

         Kefli Obası’nın yanında tepeden yola çıktık, Kızılağaç Obası’nı geçtik. Aynı gün obaya vardık.  Evler temizlenmiş, onarımlar yapılmış, biz de akşam olmadan eve varmıştık. Sıcacık sütümüzü içtik, yattık. Rutin günlerimiz başlamış oldu. Sabah kalktığımızda bir tas sıcak süt karşılıyordu bizi. Sonrası bizler hayvanları gözetleyerek oyunumuzu oynuyor, gerekirse su taşıyor, tezek toplayarak zamanımızı geçiriyorduk. Üç tekerli tahta arabamızla oyunlar oynuyor,  su taşıyorduk. Zamanımızın nasıl aktığını bile anlamıyorduk.

Kadırga’daki evimiz düzgün yapılıydı. Evin mevkisi güzeldi. Duvarlar taştan, çatısı hartama, ahır ise alt katta, girişi ayrıydı. Yani hayvanlarla ayrı kapıyı kullanmak hoşuma gitmişti. Tahta döşeme düzgün, ahır kokusunu duymuyorduk. Öğrendim ki; evin ustası babammış. Ondan düzgünmüş. Ev kalabalık olduğu zaman yatak sıkıntısına ot yatağı çözümü bulunuyordu. Otlar serilir, üzerine çul veya dastar örtülür, yorganı üzerimize çektik miydi, güzel bir uyku bizi beklerdi ot kokuları arasında.
        Günler geçince tezek toplama işi yeterli olmazdı. Hem miktar, hem de kalori bakımından. Bu nedenle odun satın alırdık. Bazen at yüküyle, bazen de komşular atın tayını paylaşırdık. Yoksa tezekle süt kaynamazdı. Odun ateşi gerekirdi, bir de ekmek pişirmeye. Hava soğuk olduğu zamanlarda ateşin karşısında oturur, sohbet eder ya da oyun oynardık
        Hayvanları gezdirirken bazen uzaklara giderdik. Ama fazla uzaklaşamazdık. Sis korkusu burada da vardı. Yolumuzu kaybetmekten korkardık. Pazarlığın alt tarafındaki caminin yanında oyun oynamak veya hayvan otlatmak hoşuma giderdi. Burada kızıl çamur vardı, ben bu çamurla çokça oynar, çamurdan arabalar yapardım. Çokta güzel arabalar olurdu. Kuruyunca evin kenarlarına dizer seyrederdim. Yaptığım arabalar güzel olacak ki misafir gelenlere birer tane verilirdi bana sorulmadan.  Olsundu, ben yine yapardım. Ağlamam boşunaydı.  Ben yine uğraşır, arabalarımı yapar, kırık camlardan da arabalarıma cam yapardım. Böylece gerçeğine çok benzerdi arabalarım. Bu el becerilerimin ileride çok yararını görecektim.


        Bazen odun yapmak için topluca ormana giderdik. Ama taşımaya hayvanımız yoktu.  Lütfü’nün Mahmut’la oduna giderdik. Katırıyla bazen bize de odun getirirdi.  Kadınlar da sırtlarıyla taşırdı odunları. Böyle bir günün akşamı eve getirilen odunları yarmak hoşuma giderdi. Gürgen çabucak yarılırdı. Kütüğün üstüne gürgeni yatırdım. Baltayı salladım. Balta bana göre çok ağırdı. Odun hemencecik yarıldı. Baltanın hızını kesemedim. Balta bu hızla ayağıma çarptı. Lastiği kesti, ayak başparmağımı tırnağın altından ikiye böldü. Korkudan kimseye söyleyemedim. Ayağımı kendim sardım, bir iki gün içinde de çabucak iyileşti. Ondan sonra baltanın ne olduğunu öğrenmiş oldum.
        Bazı günler oyunumuz at binmek üzerine olurdu. Çadır Düzü kalabalık değildi. Boş alan çoktu. Atlar çıplak salınırdı araziye. Bazen Mahmut’a çok ısrar ederdik, o da bizi kıramaz ata sırayla binerdik. Ama düşeceğiz diye korkardı Mahmut, süreyi kısa tutardı. Biz de kendisine kızardık.
        Pazarlıktan gelişte Çakmak’ın Hafız’ın evi karşılardı bizi. Amcamların evi vardı onun arkasında, Lütfü Amcaların evi onun yanındaydı. Bizim arkamızda Ali Dayımların evi, üst tarafımızda ise Kemer Ali’nin Mustafa’ların evi vardı.  Aşağıya doğru diğer evler sıralanırdı. Tam orta yerde ise mektep vardı. Hocası olursa, sübyan mektebi olarak işlev görürdü. Mektebin Hocası da çoğunlukla Muhammet Abim olurdu. Bazı çocuklar çok küçük olur, altına kaçırırlardı. Ailesine haber verir, temizlik yapılana kadar da oyun oynardık. Çocuklar arasında en kalabalık olanı Onbaşının Engin’in kardeşleri gelirdi. Kalabalıktılar. Hele bir ikiz kardeşleri vardı, tombişler. Bizler de çok severdik. Bugün görsem tanımam bebeleri. Gülperi Abla’nın da bütün işi kardeşlerini bakmaktı. Babaları Alamancıydı. Bu yıllarda başlamıştı Almanya serüvenleri. Sonraları Hollanda’da olduğunu öğrendim.

Cuma günleri pazar kurulur, biz de gezmeye giderdik. En büyük zevkim dondurma yemekti. Kar ve buzların arasında duran bir kaptan 25 kuruşluk dondurma aldık mıydı keyfimiz tamam olurdu. Bazen öğleden sonra bir dondurma daha alırdım, para bulduğumda. Haftalık yağımızı satar, gereksinimlerimizi alırdık. Yağ satmak için Acak Ali Amca’yı tercih ederdik, çoğunlukla. Bazen başkaları biraz fazla verirlerdi, ama biz köylümüzü tercih ederdik. Kadirga Pazarlığını gezmek ve sergileri izlemek büyük bir zevkti. Çeşitli satıcıları görmek ve şans oyunlarını tanımak burada başlamıştı. Oynamazsak ta seyrederdik. İlk yılımda anımsadıklarım bunlardı.
         1965 yılında yine  Kadırga’ya gidecektik. Yoldan gidecekler uğurlanmış, biz ise yine arabayla gidecektik. Ama bu sefer Ören Köyü’nden arabaya bindik. Meçeluğun Asım’ın  arabasına bindik. Üstü açık bir kamyon.  Bu sefer yolumuz düzgündü ama uzundu. Kamyon Trabzon üzerinden Maçka ve Zigana yolundan gidecekti.  Trabzon geçilirken kamyonun üzeri örtüldü, geçtikten sonra açıldı. Zigana geçidinden sağa dönerek yayla yolunu tuttuk ve yaylaya vardık.

O yıllarda kamyon ile insan taşımacılığı

Günlerimiz bir önceki yıldan farksızdı. Komşularımıza kavuşmuş, yayla günlerinin tadını çıkarıyorduk. Taşoluk Boğazı evimizin olduğu yere bakardı. Gelen arabayı ilk biz görürdük. Araba tanıdıksa karşılamaya çıkardık. Hele de köyden gelmişse arabanın etrafını sarardık. Bize ait yük yoksa da diğerlerine gelen köy meyvelerinden nasibimizi alırdık. Bu yılda Elmasu Mehmet Dayım bir araba almış, seferlere başlamıştı. Önceki yıldan Hatsinu Mustafa Amcam’la  Kaptan Hüsnü ortak bir araba almışlardı. Beşikdüzü Öğretmen  Okulu’nun çift kabinli kamyonunu. Daha öncesinden bir Amerikan arabası almışlardı. Her   hareketlerini takip eder seyretmeye doyamazdık. Nasılsa yaylada vaktimiz boldu. Lastik değiştirmeyi, yapıştırıp onarmayı onlardan öğrenmiştik. Ama şimdi tatlı bir anı   belleklerimizde.
        Yayla sezonunda evin değişmeyen elemanı her zaman bendim. Otlar kazılırken, fındık toplanırken sürekli değişim olurdu, ama ben değişmezdim. Köye gitmeyi çok isterdim nedense ama bir türlü olmazdı. Sezon sonunda giderdim köye.
        Yayladan her zaman en son çıkan kafilede olur, döndükten kısa bir zaman sonra da okula başlardık. Çok severdim okulu, hayvan gütmek yoktu, arkadaşlar vardı. Ayrıca da bol bol oyun oynardık.

Ütük arkadaşlıkları başkaydı

        1966 yılı yayla sezonunda yine Kadırga Yaylası’na gidecektik. Bu sefer büyümüş 11 yaşına gelmiştim. Artık ben de yoldan yaylaya gidecektim. Çok sevinmiştim bu karara.  Hazırlıklar yapılıyor, bu sefer ben de katılıyordum hazırlıklara.  Mayıs ayı gelende, okullar tatil olmuş, karnelerimizi almıştık.  Ben 5. sınıfa geçmiş, yayla yolculuğuna hazırdım. Önce inekler yıkanır, temizlenirdi. Hayvanlar üşümesin diye sular kaynatılırdı. Temizlik bitince, ineklerin süsleri ve çanları hazırlanır. Yolculuk günü  boyun ve alınlarına asılırdı. Ayrıca yolculuk sırasında kullanılacak olan dastar ve yorganlar da hayvanların sırtlarına bağlanırdı.


        Köyün tüm yaylacıları aynı gün yola çıkacaklardı. Sabah erkenden yola çıktık. Amcamlar da bizimleydi. Dörder ineğimiz vardı. Birlikte yola çıktık. Ütük’ü geçtik. Gidiyoruz. İnişdibi’ne varınca zorlu bir yokuş bizi bekliyordu.

Karşıdan bakıldığında  kıvrılan yolda sıra sıra insan ve hayvanlar sanki ipe dizilmiş gibi gidiyorlardı. Molalarımız kısa olurdu. Kervanbaşı bağırır, herkes sırayla yola koyulurdu. Öğle sıraları Sis Dağı’na varmıştık. Bu sefer obaya uğramadan kenardan, Erkek Su önü ve Örümcek Boğazı’ndan  yolumuza devam ettik. Obadakiler bize el sallamışlar iyi yolculuklar dilemişlerdi.

Sis Dağı Pazarı’na vardık. Yola devam edilecekti. Bu sefer yolumuz inişti, Şıh Kıranı’ndan geçtik. Gökçeköy’e vardık. Akşam olmuş, Gökçeköylüler bizi karşılamaya hazırlanmışlardı. Herkes bir evin avlusunda mola veriyor, kalacak yerler hazırlanıyor, hayvanlarımıza otlar getiriliyordu.  Sağılan sütler kaynatılıyor, ev sahipleriyle paylaşılıyordu.
Yorgunluktan hemen uymuş, sabahleyin erkenden kaldırılmıştık. Hayvanlar sağılmış, sütlerimizi içmiş, karnımızı doyurmuş olarak yola hazırdık.
        Gökçeköy arkamızda kalmış Murat Suyu’nun yokuşuna tırmanmaya başlamıştık. Yolculuk hoşuma gitmesine karşılık yorucu oluyordu. Sazalanı’na vardık. Yolculuk yavaşlamıştı. Neden diye sorduğumuzda gece mola verilecekti. Şaşırmıştım. Ev dışında ilk defa mola verecektik. Nerede kalınacaktı? Fındık harmanındaki sayvanda  yatırılmayan bizler, arazide geceyi geçirecektik. Çok şaşırmış ve de korkuluydum.

Yavaş yavaş Erikbeli Yaylası’na vardık. Amcamın Şakir bizi bekliyordu. Oraya arabayla gelmiş. Biz çocuklar orada kaldık. Hayvanlar ve onların başında büyükler devam ettiler. Mola yerinde herkes kendine uygun bir ağaç altı bulmuş, geçici barınma yerlerini hazırlamışlar.
       Biz o geceyi  Amcamın Şakir’in gözetiminde ve yanında beraber bir otelde kaldık. Sabah erkenden kalkıp, hayvanların yanına vardık. Biz gelene kadar onlar da toplanıp yola hazırlanmışlar. Ateşler yakılmış, sütler kaynatılmış, karnımızı doyurduk, yola çıktık.  3. gün yolumuz kısaydı. Geç te olsa obaya varırdık. Ama gelenek böyleymiş. 3. gün hep birlikte obaya girilecekmiş. Yola çıktık, Kefli Oba’sını geçtik. Tepeden yola devam ettik, Kızılağaç Obası’nı geçtikten sonra Ali Düzü’ne vardık. Obada oturanlar oba yönüne döndüler. Biz de Çadır Düzü’ne doğru Ören Obası’nı dolanarak vardık.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı orhan-kadirga2.jpg

Obaya girişimiz görülmeye değerdi. Herkes evine kavuşmanın heyecanını yaşarken, hayvanlar da yolculuğun sonuna vardıklarını anlamışlar mıydı ne. Bağırışıp koşturuyorlardı çimenlerde. Biz de evlerimizi açmış, eksiklerini tamamlamak ve temizlik yapmakla uğraşıyorduk. Akşam olmuş işler eksiğiyle tamamlanmış, evlerimize çekilmiş kendi evimizde olmanın sevincini yaşıyorduk.
       Bu sefer yaylaya yoldan gelmiş (karadan ilk ve son yolculuğum budur) , yaylacılığın bütün detaylarını yaşamıştım. Yorucu da olsa güzeldi yolculuk. Gökçeköylülerin misafirperverliği halen aklımdadır. Bu köyden ne zaman geçsem tanıdık gelir insanlar ve yollar sanki. Ama eski yollar kalmamış ki.  Yine de severim o dağları.
       Yayla günlerimiz aynıydı. Ali Dayımların evine Manavun Arifler kiracı gelmişlerdi. Tek değişiklik onlardı. O yıl kaçırmıştı Arif, Huriye’yi. Çocuk aklımızla ne olduğunu bile bilmiyorduk.
       Her yıl köyümüzün otçusu gelirdi. Köyümüzde kemençeci yoktu o yıllarda. Dışarıdan tutulurdu. Oynaya oynaya gelirdi otçular. Bizler de karşılamaya giderdik. Eski oyuncular döktürürdü oyunlarını. Asıl oyuncuların arasına giremezdi usta olmayanlar. Atı olanlar eyer vurulmuş atına biner, giderdi otçuyla. Biz de imrenerek bakardık otçu kafilesine. Çokça mermi atılırdı o yıllarda, biz de boş kovanları toplar satardık. O zamanlar para ederdiler. Bir de otçunun arasında sarhoşlar olurdu, sıkça rastlanırdı sarhoşlara. Temmuzun üçüncü cuma günü pazaryerinde otçuların finali olur, horonun en büyüğü o gün kurulur ve en hızlısı oynanırdı. Topluca seyre gidilirdi. Yorulana kadar tepilirdi horon.

horon tepme keyfi

Yaylamızın en büyük şenliği Otçu şenliğidir. Hala her yıl aksamadan yerine getirilir. O yıllarda köyler ayrı ayrı yaparlardı şenliğini. Ama sonraları birleşerek, daha katılımcı ve daha görkemli horonlar tepilmeye başlandı.

       Aynı yılda çıkan olaylarda atmıştık köprüleri Ören Köyü ile. Çıkardıkları olay kendi başlarına çorap örmüştü. Bizi atmak istiyorlardı yayladan. O yıllarda muhtarımız Kazım Öztürk’tü. Sempatik davranışları, türkücülüğü ve aklıyla sevdirmişti herkese kendini. Plak bile çıkarmıştı o yıllarda. Olay çıktığı gün Tonya üzerinden yaylaya geliyordu Muhtar ve beraberindekiler. Ören obasının yanından geçmesin diye Muhammet Abim oba üzerinden gelenleri karşılamaya gitti ve gelenler doğrudan oba üzerinden geldiler de Ören’lilerin eline düşmediler.  O yıl olanlardan çok çekti köylülerimiz ve Ören’le köprüler de atılmış oldu. Sonucun da da yayla davasını kazanarak, Kadırga Yaylası’nın sahibi biz olduk.
       Güzeldi Kadırga. Taşoluk suyu, Oruçbozan suyu yaylanın vazgeçilmezleridir. Bugün bile gittiğimde suyuna, havasına, tadına doyamadan ayrılırım Kadırga’dan. Pazarlık yakın olduğundan başka günler de giderdik pazarlığa. Köylülerimizin kahvehanesi olurdu. Ağasarlılarla paylaşırdık kahvehanelerimizi. Yaşımız küçük olduğundan fazla kabul görmezdik kahvehanelerde. Yaylaya yeni gelen her kişi günün konusu olur, yaylaya değişim getirirdi. Devamlı kalanlar için öyle idi.
       Bu üç yıldan sonra yaylacılık günlerimiz de bitti. Bir daha göçle gidemedik yaylaya. Benim de okul yıllarım başladığından hayvanları bakacak kimse yoktu. Yani yayla çobanlığım bitmişti. Yaylaya gidemediğimizden  de evimizi satmış, kapatmıştık Kadırga defterini.
       Defter kapanmıştı kapanmasına da, çıkmadı aklımızdan Kadırga. Ne zaman varsam oralara yaylayı görmeden dönemem. Bir günlüğüne de olsa çıkarım oralara. Çocukluğum aklıma gelir ağlamaklı olurum. Neredeyse taşlarını bile ezberlemişiz diye düşünürüm.
       En son 2005 yılında Şakir Abim’le  gittik yaylaya, bir akşam kaldık. Pazarlığa vardığımızda vakit geçmiş, dağılmaya başlamıştı yaylacılar. Biraz sonra herkes dağıldı, kalan manzara tam bir çevre felaketi. Her taraf naylon ve ambalaj atıkları ile doluydu. Pazarlıkta vergi alanlar nedense temizleme işinde yoktular. Gördüğümüz manzara bizi şok etti sanki. Çadır Düzü’ne indik. Sular kaybolmuş, hepsini evlere bağlamışlardı. Sulara bile ambargo koymuşlar, hayvanlara bile bırakmamışlardı. Bu değildi bizim zamanımızın Kadırga Yayla’sı.

           Başkanı beklerken Hayri Aydın öğretmenle karşılaştık. Babası Hayrullah Abi’nin yanına gittik. Sırgan ve yoğurdunu  yedik. Akşama Başkan’ın evinde kaldık. Sabahleyin Ali Düzü yönünden Erikbeli’ne doğru yola çıktık. Sazalanı’na vardık. Etrafa baktıkça şaşkınlığımız daha da artıyordu. Yaylalar betonlaşmış, çevre kirliliği sorumsuzca çoğalmıştı. Nüfus artışı, sorumsuzluk yiyip bitiriyor güzel yaylalarımızı.

Sisdağı’na vardık. Kirlilik orada da aynı. Gene de gezdik, taflan yoktu o yıl ama. Zonguldak’tan getirmişlerdi. Horoncuları seyredip düştük yola. Yürüme gittiğimiz yerleri artık arabayla gidiyorduk. Günümüzün otçuları da arabayla gidiyorlar artık. Değişim her yerde olmuş gibi…Yaylalar yayla olmaktan çıkmış mıydı acaba diye düşünmedim değil. Ama yine de çocukluğumun yaylaları daha güzeldi.
       Ben yine hayalimdeki yaylayı düşüneyim, siz mi?  Biraz o günlere gidebildinizse ne mutlu bana.