Gök Maviydi O Tarlalar / Em.Öğrt. Atilla Korkmaz
Gök maviydi o tarlalar, benzemezlerdi diğerlerine. Öyle ki; pulluk, karasaban işlemezdi, kazılamaz, bellenemezlerdi, gübre ve sulama da istemezlerdi üstelik. Ne tahıl verirlerdi ne sebze, ne bostan verirlerdi ne de yemiş… Hasatı, harmanı da bir başka türlü olurdu o tarlaların.
O gök mavi tarlaların az üzerinde, uzun dar bir şerit gibi uzanan düz, yer yer kumluk alan, bataklıklar, göller ve gölcüklerle doluydu. Dikenden başka bir bitki hayat bulamazdı kendine kumluklarda. Ayrıca, sivrisinekler ürerdi o bataklıklar, göller ve gölcüklerde. Öyle çok ürerlerdi ki! Öylesine büyük bir hızla, hınçla ürerlerdi ki; kara bir bulutun geçişi gibi olurdu, sivrisinek kümelerinin oradan oraya uçuşları.
Her bir sivrisineğin incecik hortumunda binlerce Plasmodium Malaria; onlarca yüzlercesini bırakırlardı, hortumlarıyla deldikleri ince damarlarda hızla ilerleyen kanların içine. Sonrası; terleme, ateş, üşüme nöbetleri, daha da sonrası çoğunlukla ölüm.
Malaria, sıtma hastalığıydı. Malaria, insan gövdesinin cehennem ateşleri içinde yanıp kavrulmasıydı. Malaria, günlerce süren dayanılması çok zor ızdırapların ardından, çocuk, genç, yaşlı ayırmaksızın kapıları çalan ölümün diğer adıydı.
O gök mavi tarlaların yukarılarında, tepelerde, dağlarda, köylerde yaşamaya çalışan insanların dünyasıydı bu. Sıska-çelimsiz gövdeli, avurtları göçmüş, mutsuz, umutsuz insanların… Yoksul, parasız-pulsuz, okuma-yazmasız insanların… Kaderlerine teslim olmuş, kötü kaderli insanların. İnekleri bile “ancak iri bir keçi büyüklüğünde…” olan, o insanların.
Acaba, bu “kör olası” kötü kader bir gün değişir miydi? Bir gün biter miydi yokluk ve yoksulluk, doyar mıydı karınları insan gibi. Yokluk, yoksulluk ve açlığa katlanılıyordu da, şu sıtma ile gelen ölümler yok mu? Kırıyordu bellerini. Acaba sıtma ile gelen o vakitli-vakitsiz ölümler, bir gün yakalarını bırakır mıydı?
Bir gün Tonguç baba: “Urrem oca! senin tarlan Karadeniz ‘dir” dedi, “büyük çapta balıkçılığa girişeceksin” dedi, balıkçılığın “b”sinden habersiz Hürrem Arman’a.
Adını da söylediği o tarlada, tarım alet ve makineleri kullanılamazdı, onların yerine gırgır, motor, molozlama… gibi boy boy tekneler, tekneleri kıyıya çekmek için bucurgatlar, ürünü tarladan söküp almak için ığrıp, barabat, manyat, difana gibi ağlar kullanılırdı.
O gök mavi tarlalar da, Yeros ile Vona burunları arasında serilen ağlara çinakop, barbun, sargana, hamsi, palamut, istavrit, karagöz, mezgit, mavroşkil, levrek, kötek, kalkan, tirsi… balıkları sunarlardı.
Ancak o, habersizdi bunlardan işin başında. Hürrem Arman, bu isimlerin pek çoğunu duymamıştı bile. Öyle de olsa, bir yerden başlamalıydı öykü. Başladı da.
Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nün öyküsüydü başlayan.
Öykünün başladığı yer, “Piramidin Tabanı” kitabının ilk cildinde, Beşikdüzü anılarının anlatıldığı bölümlerde, pek çok kez “Kübik bina” adıyla anılan yerdi. Şimdi artık anılarda ve fotoğraflarda kalan bina, enstitünün ilk öğrencilerinin dersliği, yatakhanesi ve yemekhanesi oldu. Sonraki yıllarda da bir çok eğitim kurumunun barınağı.
Kübik bina, Hürrem Arman’ın “açıktan geçen gemiler tarafından görünsün diye, deniz tarafına devasa bir merdiven yapılmış” diye anlattığı, sonradan yıktırılan merdivenin alt cephedeki izi bina tümüyle yıkılıncaya kadar öylece kaldı.
Kübik binada işe başlayıp, o gök mavi tarlalardan ürün devşiren yeni yetme rençberler, yöre ve ülke insanının yokluğunu, yoksulluğunu, açlığını, salgın hastalıklarını ve cehaletini ortadan kaldırmak üzere yola çıktıklarının farkındaydılar. O kadar farkındaydılar ki; kendi yaşama ve çalışma ortamlarının yokluk ve olanaksızlıklarını hiç dert etmeden, inanç ve kararlılıkla sürdürdüler yürüyüşlerini.
Öykü anlatıcısının anılarından dört yıl arayla alınan iki küçük kesit, her şeyi açıklıyor aslında, başkaca bir söz söylenmese de.
(1940 yılı ortaları) “Balıkçılık yok denecek kadar azdı. Bomba ile avlanılıyordu. Bu yüzden elleri, kolları kopmuş insanlar gösteriyorlardı. Her gün, koma halindeki zehirli sıtmalılar, henüz tekerlekli aracın girmediği köylerden, sallarla ilçeye taşınıyordu. Vakfıkebir’de tek hükümet doktorundan başka doktor yoktu.
Beşikdüzü ve dolayları bataklıklarla, durgun sularla dolu idi. Rutubetli, sıcak yaz aylarında daha da çoğalan sinekten kurtulmak için, kıyıda yaşayan halk, inekleriyle uzak yaylalara göç ediyordu. Yapılacak ilk iş yakın çevredeki bataklıkları, durgun suları yok etmek olmalıydı.”
(Dört yıl sonra) “Öğretmen evleri hızla yükseliyordu. Hızar makinaları, dokuma ve diğer işlikler, sebze bahçelerimiz durmadan üretim yapıyordu. Hamsi avı ve diğer balıkların avlanmaları yürüyor yük motorumuz düzenli seferler yapıyor, hem kar ediyor hem de Enstitünün ihtiyaçlarının sağlanmasında büyük ödevler görüyordu. 200 hektar bataklık alan kurutulmuştu ve sıtma savaşı en küçük su birikintilerini de yok etme, mazotlama yollarıyla sürdürülmekteydi. Enstitü doktoru, sağlık memurumuz ve hemşiremiz bütün çevrede enstitümüze bolca gönderilen devlet kinini (kinin: sıtma hastalığının tedavisinde kullanılan ilaç) dağıtıyor, iğneler yapıyorlardı. Kinin de karaborsaya geçmişti. Yakın çevremizde zehirli sıtma görülmez olmuştu. Doktor Reşat Zaloğlu sağlık memurumuzla beraber at sırtında köyleri dolaşıyor, her yere yetişmeye çalışıyordu.
1945 yılında 500 ton hamsi, 60.000 çift palamut, 45 ton diğer balık ürünleri ile rekor bir düzeye ulaşılmıştı. Karadeniz, Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nün gerçekten bir tarlası haline gelmişti.”( *)
Deniz kıyısına bir köy enstitüsü kurma projesi hayata geçirilirken, Beşikdüzü dışında üç aday yer daha vardı. Beşikdüzü, böyle bir kuruluş için belki de en elverişsiz yerdi. Enstitünün, taşıdığı tüm olumsuzluklara karşın burada kurulmasının, bir sürü nedeni var. Onları konuşmak gerekmez, ancak şu soru sorulabilir; deniz kıyısına bir köy enstitüsü kuruldu, sonra ne oldu?
Öncelikle, sivrisinekler için barınma ve üreme alanları oluşturan, bataklık ve su birikintilerinin kurutulması, zehirli sıtmayla yapılan savaş sonucu, bu hastalığın tümüyle yok edilmesi, kısa zamanda gerçekleştirilmiş olağanüstü bir başarı öyküsüdür. Bataklıkları kurutmak için dikilen, çok sayıdaki Okaliptüs ağaçlarından günümüze kadar gelebilenleri, o olağanüstü başarı öyküsünün sessiz, gizli kahramanları gibi gördüm. Ayrıca “enstitü diğer aday yerlerin birine kurulmuş olsaydı, o yöre insanının günlük yaşantısını bu kadar derinden etkileyebilir miydi” sorusunu da sordum hep.
Beşikdüzü’nün otuza yakın köyünden yirmi dört tanesinin ilkokulları enstitü döneminde yapıldı ve bu okullara enstitü çıkışlı öğretmenler atandı. Köylere giden bu öğretmenler giyim-kuşamları, gündelik yaşamları, alışkanlıklarıyla, her yönden örnek insanlar oldular ve köylüler tarafından öyle benimsendiler. Onlar yalnızca öğrencilere öğretmenlik yapmadılar; açtıkları gece okuma-yazma kurslarında yetişkin ve yaşlı insanlara da öğretmen oldular. Okullarının ve evlerinin önündeki örnek sebze ve meyve bahçeleriyle uygulamalı tarım öğretmenliği de yaptılar.
Okullar bir yandan okuma-yazma çağındaki çocukları yetiştirirken, diğer yandan çevreleriyle de sosyal ve kültürel yönden etkileşim halindeydiler. Köy ilkokulları da dahil, düzenlenen yıl içi ve yıl sonu müsamereleri, sahneye konan piyes ve temsiller, her yaştan yöre insanından büyük ilgi gördü. Okul-çevre etkileşiminin en güzel örneklerini veren bu etkinlikler, “kültür yuvası” nitelemesini hak eden bir Beşikdüzü tablosu yaratıyordu.
Köylerdeki ev yerleşimlerinin dağınık oluşunun yarattığı içe kapanık, mutaassıp toplum yapısı, giderek daha sosyal ve etkileşime açık yapıya doğru evrildi. Çarşıya-pazara gitmesi hoş karşılanmayan, gitmek zorunda kaldığında ise peçe ve çarşafa bürünen kadınlar, giderek bu giyinme biçimini terk edip, başlarını yazma, çember veya eşarpla bağladıktan sonra, omuzlarına bir atkı atıp bellerine de bir peştamal bağlayarak Beşikdüzü ve Vakfıkebir’e inmeye başladılar.
Enstitünün büyük ölçeklerde üretime açtığı, o bereketli tarlalar ve o tarlalarda yapılanlar, savaşlar, yetersiz üretim ve bilgisizlik nedeniyle yıllarca açlık çeken, karnı hiç bir zaman tam olarak doyamamış insanlara, insanca karın doyurmanın yol ve yöntemlerini de öğretti.
Diğer bütün tarlalar gibi çok merhametli ve cömert olan, o gök mavi, o çok büyük tarlalar.
Atilla Korkmaz İstanbul 26.02.2015 (*) Hürrem Arman, Piramidin Tabanı, 1.Cilt