Feryal Çakmak’ın Öyküleri

Feryal Çakmak, yazdığı öykülerden birini daha bizlerle buluşturdu: 2024

Feryal Çakmak’a üç bölümden oluşan bu öykü için teşekkür ederiz.

AZİZ’İN YOLU

Bir yolun varsa gitmen gereken, başkalarının mutluluğu alay ediyordur senle. Yol seni çağırıyorsa ve sen gidebiliyorsan, Dar gelir gülümsemesi artık alay edenlerin yüzüne. Çünkü sen gitmişsindir.

 1

Bir Kalaylık Mutluluk…

Günışığı  perdenin yırtık yerlerinden her sabah ki  coşkusuyla öylece içeri dalıyor, çocuğun bütün uyuma çabalarına rağmen  gözlerinin içine sokuluyordu. Her sabah isyanlarla uyanan Halit Aziz’in odasına gün ışığı  acı verici bir hızla doğuyordu. Halit Aziz ilk defa bugün isyan etmeden yatağından doğruldu. Bir yatağın dahi  zor sığdığı çatı katındaki odasına son bir kez baktı. Aziz yaşıtlarına göre boyu  uzun bir çocuktu. Ona münasip bulunan bu küçücük odada sürekli başını tahta tavana çarpıyordu. Yatağında hep ayaklarını toplayarak uyumak zorundaydı. Bacakları yatağından ve yorganından taşıyordu. O ses, kalın ürpertili ses “Halit sen kalkmadın mı hala”. Amcasının sesiydi bu. Aziz’i babası okusun diye Amcasının yanına İstanbul’a göndermişti. 13 yaşında gelmişti Halit Aziz bu eve. Babası her ay abisine Aziz için para gönderiyordu. Ancak bilmiyordu ki Aziz’i Amcası okula göndermiyor, kendi işinde sabahtan akşama kadar çalıştırıyordu. Ona kalay yapmayı öğretmiş, sokak sokak dolaştırıp kap kacak kalaylatıyordu. Az para getirdiği zamanlar ona zulüm ediyor, bazen yemek vermiyor, bazen üzerindeki yorganı dahi alıyordu. Buz gibi odada uyutuyordu onu. Aziz yorganının üzerinden alındığı bir gece karar vermişti gitmeye. O ayaz gecede yün yatağının başını sökmüş kendini yün yatağın içine saklamıştı. Yatağın için yün doluydu ancak bir o kadar da toz vardı  içinde. Önce bir süre öksürdü Halit Aziz. Perdesini açmış Ay ışığına doğru bakarak hayaller kurmaya başlamıştı. Sanki biraz olsun içi ısınmıştı. 12 yaşında geldiği bu evde 3 yılda o kadar çok şey yaşamıştı ki. Halit Aziz sanki on yaş büyümüştü. Gözleri dolmuştu, ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Çocuğun  bakışları üzerine  dizilmiş kirpikleri kıpır kıpır. Yüreğindeki umut gözlerinden kaçıp gitmesin diye kanat çırpıyordu  o güzel Aziz’in gözlerinde. Yün yatağının içinde fark etti ki artık büyümüştü ve başının çaresine bakabilecek bir yaştaydı. Bu zulüme katlanmak zorunda değildi. Köyüne geri dönse ne yapacaktı, okul hayatı bitmişti. Babası çok hastaydı. Duysa kahrından ölürdü adamcağız. Babası okumasını onun Doktor olmasını çok istiyordu. Annesini düşündü. Sabah erkenden uyanır ineklerimizi sağar, sütü ocaklıkta pişirir, sacın üzerine mısır ekmeğini döşerdi. Sabahın çisesinde bahçeye çıkar iki üç elmek lahana kırardı bahçeden. Bir yandan sütü pişirir , bir yandan da karalahana çorbası yapardı sabahları bize. Bizde onun tıkırtısı duyar duymaz uyanırdık. Sabah sabah evin içini anne eli değmiş bir sürü koku sarardı. Anne var ya sıcacık bir şeydi. Onun varlığı mısır ekmeğinin kokusundaydı. Burnuna gelen isli bakır kokusu. Sırf bu yüzden bakırları kalaylamadan önce gözünü kapatır tavaları, tencere kapaklarını bir bir güzel koklar Anacığının ellerinin kokusunu hatırlamaya çalışırdı. Yatağının tam karşısında çerçevesi ceviz kaplamalı, bir köşesinde üzüm salkımı oymalı  kırık bir ayna duruyordu. O aynaya bakar her gün hatırlamaya çalışırdı. Unutmamalıydı hiç bir şeyi, yüreğine sinen o kokuları.

Benim Anacığım isli bakır bakraç gibi kokardı, mısır ekmeği kokardı, taze yayılmış ayran kokardı, benim Anacığım üstünde dumanı tüten süt gibi kokardı. Burnumun ucuna değen o ekmek kokusu,  sanki gözlerimi geçer, yüreğime bir çığ gibi onu hasretini düşürürdü. O gün Annem beni amcamla uğurlarken, gurbet eline gönderirken, sanki kanatlarındaki tüm tozu  ayaklarımın altına  dökmüş bir kelebek gibiydi. Çaresizce öylece kalmıştı patika yolun tam ortasında.  Ben ağlayarak anacığımdan ayrılıyor, Annem ise ardımdan kanatlarını feda ediyordu adeta. Ayağıma yapışan kanat tozlarını yol, ayaklarımın altından canımı acıta acıta ayırıyor, beni öfkeli bir rüzgarın kucağına öylece kimsesiz bir şekilde bırakıyordu. Ardımda bir daha asla uçamayacak bir kelebek gibi Anacığımı bırakıyordum. Onların hayalleriydim ben. Ayaklarımın altına feda edilmiş kanatların acısını çekerken kaderime razı gelemezdim. Bir sabah amcası tekme tokat kahvaltı bile yapmadan onu evden attı. Git para kazanmadan gelme bu eve diye bağırıyordu.

Söylene söylene bende fırladım evden. Dönmeyeceğim senin gibi sefil adamın yanına,  Sen Amcam değilsin diye ağlaya ağlaya çıkıp gittim o evden. Kendimi bir anda deniz kenarında buldum. Limana gelmiştim. Gemileri çok seviyordum. Ne zaman kendimi kötü hissetsem burada buluyordum kendimi. Her hafta bu limana bir tuz gemisi yanaşıyordu. Bazen de kömür gemisi. Bazen yolcu da taşıyorlardı. İstanbul’dan kalkıp, Karadeniz’in hırçın dalgalarının üzerinde seyrediyorlardı bu koca yürekli gemiler. Çok merak ediyordum gemi yolcuğunu. Yaşlı bir Adam konuşurken duydum Vakfıkebir Limanına da giden bir kömür gemisi varmış. Oraya kadar gitsem. Geri kalan yolu yürürdüm köyüme diye aklımdan geçiyordum. Ancak nasıl binecektim bu gemiye hiç param yoktu. Ama bir yandan da biliyordum ki köyüme geri dönmem mümkün değildi. Olup bitenleri anlatacak gücüm yoktu. Babam duysa kardeşinin yaptıklarını kahrolurdu. Ya Anacığım benim ardıma döktüğü tüm gözyaşlarının heba olduğunu bilse. Boğazıma düğümlendi kaldı hayat öylece Limanın tam ortasında.

“Hey sen ne işin var orada. Yabancıların buraya girmesi yasak!” Çocuk bir anda bu sesle irkilir. Yaşlı sarı çizmeli bir Adam hafiften aksayan bir ayakla bana doğru ilerliyordu.” İş arıyorum dedim kendime”

-Sen daha küçüksün ne iş gelir ki elinden. Kalaycıyım ben dedim. Adam bir anda kahkahayı patlatmıştı. Çocuk biz burada gemileri kalaylamıyoruz dedi. Adam gel dedi hava kararıyor bu soğukta burada daha fazla kalamazsın dedi.  Korkmuştum ama başka çaremde yoktu. Ben ağcı Mahmut’um dedi bana. Şu ilerideki tekneleri gördün mü çocuk. O teknelerin ağlarını onarıyorum. Mahmut Amca beni barakasına götürdü. Barakanın içi sıcacıktı. Bir gaz lambası ile aydınlatılmıştı. Sobanın başında çok yaşlı bir kadın çorba pişiyordu. Elleri titriyordu tahta kaşıkla çorbayı karıştırırken. Mahmut Amca Annem dedi Halit Aziz’e. Evladım kim bu küçük adam diye Mahmut Amcaya sordu. Halit dedi Annesine. “Bu akşam konuğumuz “.Kadın çok zor yürüyordu. Radyonun hemen yanında duran gaz lambasına alarak çocuğun yüzüne tuttu. Bir elini çocuğun yanağına koyarak oğul üşümüşsün sen dedi. Belli ki Nene uzağı göremiyordu. Ama öyle bir bakışı vardı ki insana. Göz kapakları yetmiyordu Nenenin yemyeşil bakan gözlerini gizlemeye. O nasıl bir şefkatli bakış, o nasıl şefkatle yanaklarıma dokunuştu. Annemin ellerinin içi sanki bir serçenin kanadına gizlenmiş, gelmiş bu nenenin avucuna konmuştu. Derin bir  yalnızlık içinde kıvranan  içimde acayip bir ürperti oluşmuştu. Anladım ki bütün gücü insan yanaklarından alırmış. Nenenin şefkatli dokunuşu hayata dair tüm öfkesini bir anda unutturmuştu. Nene sobanın kenarındaki tahta döşeği hazırlamıştı bana. Uzun zamandan beri ilk defa sıcacık bir yerde huzurlu bir uyku çekmiştim. Cebimde en son kalayladığım tencerenin kalay parası vardı. Bu parayla tuz gemisine binmeyi ümit ediyor, Anacığıma, Babacığıma kavuşmanın hayalini kuruyordum. Mahmut Amca tuz gemisine beni alırlar mı diye sordum. Paramda var benim. Memleketime geri dönmek istiyorum dedim. Paramı ona verdim. İki gün sonra bir gemi varmış. Beni ona bindirecekti. Çok heyecanlanmıştım. O iki gün sanki bana bir yılmış gibi geldi. Beklerken barakadaki bütün kap kacakları kalaylamış, Mahmut Amcanın ağları onarmasına yardım etmiştim. Yola çıkacağım gün  Nene bana yolluk hazırlamıştı. İçinde bir somun ekmek vardı. Oğlum suyun içine doğrar yersin ekmeğini demişti. Gemide yemek vermezler sana. Onlarla vedalaşıp gemiye bindim. Gemi çok büyüktü. Güvertede bana bir köşe gösterdiler. Mahmut Amca beni Gemideki bir arkadaşına emanet etti. Geminin limandan ayrılışıyla birlikte kalbimin yerinde fırlayacakmış gibi hem çok korkmuş hem de çok heyecanlanmıştım. Gemi uzaklaştıkça, İstanbul küçülüyor küçülüyor sanki bütün acılarım, kırıklıklarımda kıyıdan bana veda ediyordu. Anladım ki Aslında tüm mutluluğum bana bir kalaylık tencere kadar uzaktaymış. O son tencereyi kalaylamasam belki de bu gemide olamayacaktım.

Foro: Gökhan Turan

2

Kara Lastikler…

Halit Aziz’in gözünden uyku akıyordu. Gece heyecandan uyumamıştı. Şansına hava çok güzeldi. Etrafına şaşkın şaşkın bakıyor, bir yandan da çok korkuyordu. Geminin güvertesi çok kalabalıktı. Belli bir düzen yoktu. Herkes yükünün yanında oturmuştu. Yol uzundu. Mahmut Amca gemi yolculuklarının biraz sıkıntılı olabileceğini anlatmıştı. Denizin yer yer dalgalı olabileceğini ve gemiyi çok ciddi sallayabileceğini söylemişti. Kollarının üzerine Aziz çenesini yerleştirmiş güverteden aşağıya doğru bakıyordu. Yüzüne vuran rüzgar,  dalgaların sesi, geminin tüm gövdesiyle suyu itişi Aziz’i hayata karşı sanki daha da cesur hissettirmişti. Sanki bu ritim geceleri rüyasına giren seslere benziyordu. Her gece yola çıkmasını isteyen, Aziz’i çağıran bu seslerdi. Denizi seyretmekten yorulan Aziz ekmek çıkınının yanına oturuverdi. Karnının acıktığını hissetmiş biraz ekmek ve de suyla karnını doyurmuştu. Bir an gözü ayağındaki arkası dikişli kara lastiklerine takıldı. Gözleri doldu. Anacığımın aldığı lastikler. Daha sonrasında ise gözü küçük bir buluta daldı gitti. Tek bir buluttu. Gökyüzüne gelmiş, biri onu oraya yapıştırmıştı sanki.

Foto: Feryal Çakmak

Kendini bu koskocaman gökyüzüne kabul ettirmeye çalışıyordu. Aynı kendisi ve ailesi gibi. Dünya bizim ayağımıza bir kara lastiği bile çok görmüştü. Ayağımıza bir kara lastik alabilmek için bile çok çalışmamız gerekiyordu. Tan yeri ağarırken kulağımda telaşlı telaşlı sesler. Kendimi zorla uyandırarak Annemle ablama bakıyordum. Annem ne yapacağız şimdi hiçbirinizin lastiği yok. Bilmiyorum Anne kim almış olabilir. O gece birisi ablamlar benim lastiklerimizi kapının önünden almışlardı. Ben bunu duyunca avazım çıktığı kadar ağlamaya başladım. Çünkü okula gidemeyecektim lastiklerim olmadan. Hep çığırtkan bir çocuktum. Sürekli ellerimi yumruk şeklinde yapıp gözlerimi ovuştura ovuştura ağlardım ki, isteklerimi daha fazla yapsınlar diye. Zavallı Anacığımda o kadar ağlamama rağmen yüzünü asla karartmazdı bana. Azizim, oğlum alacağım sana oğlum yeni lastikler. Yarın gidersin okuluna oğlum diyerek sakince başımı okşadı. Ama bizim paramız yok ki dedim kızarmış gözlerimle. Olacak oğlum. Musa Amcanlara toprak kazacağım bugün paramız olacak. Üzülme sen yavrum deyip saçımı okşadı. Ama ben bugün okula gidemeyeciğim çok üzgündüm. Anacığım o gün sabahtan akşama kadar Musa Amca’nın bahçesinden toprak taşımıştı. Bir yandan kazıyor bir yandan da taşıyordu. Ablamı ise bizim bahçeye göndermişti inekleri otlatsın, fındık ağaçlarının altını temizlesin diye. Ben çabuk çabuk üzerimi giyinip kitaplarımı defteri aldığım gibi okulun yolunu tutmuştum. okulumu o kadar seviyordum ki çıplak ayaklarımla da olsa okula gidecektim. Babamın yün çoraplarından 2-3 tane çorabı ayağıma geçirdim ancak hava yağacak gibi görünüyordu. Bu çoraplar işe yaramazdı. Ayağıma da yol boyunca bir sürü bir şeyler batabilirdi. Sonra yapacak bir şey yoktu. Babamın kara lastiklerini giyip okulun yolunu tutmuştum. Ama çok büyüktü lastikler ayağıma. Çok zor yürüyordum. Okulum evimden neredeyse 2 km uzaktı. Lastikler büyük olduğu için iki defa patika yolun dikleştiği yerlerde yuvarlanmıştım. Önlüğüm toz toprak içinde kalmıştı. Ama sonunda okula gelmeyi başarmıştım. Fakat o gün benimle bütün arkadaşlarım” Aziz bugün Hamit Reis’in kayığı ile okula gelmiş “deyip alay etmişlerdi.  Ağlayarak lastikler kucağımda gerisi geri koşmuştum. Ama ayağıma sürekli bir şeyler batıyor, canım daha da çok acıyor ve daha da çok ağlıyordum. Eve döndüğümde ayaklarım kan revan içindeydi. O gün ki acısını Halit Aziz gülümseyerek hatırlıyordu. Bu arada güvertenin diğer tarafından kulağına bir kemençe sesi ilişti. Öyle bir ses ki, göğüs kafesini deliyor, kalbinin ortasına Anasının sesi gibi saplanıyordu. Çektiği ayrılık acısımıydı yoksa hatırladıkları mıydı. Bilemedi. Nasıl bir ağıttı bu. Yanık bir ses kemençesinin telleri üzerine yüreğini bırakıyordu. Tellerden süzülen tüm o duygular sığınacak bir başka acı daha arıyordu sanki kendine.

Çirpunma Karadenuzum,

Sığduraymayrum seni gömleğumun cebuna,

Anacuğumun çemberunun kıyıcuğu gibi birak dalgalaruni

Koynumun içicuğuna,

En çok bu ayriluklar darlattu benu,

Artuk ne yapsamda kavuşmiyur yüreğumun iki yakasu.

Çirpunma Karadenuzum,

Sevdacuğum gözyaşlarinu düşürmüş kıyıcuğa,

Belki bir kirpuğuni bırakmuştur bana çakıl taşlarunun arasina.

Gözlerimi kapatmış kendimi kemençenin sesine, söylenen türkünün sözlerine teslim etmiştim. Ama bir yandan da hatırlamaktan kendini alamıyordum. Annem o akşam eve öyle bir perişan halde dönmüştü ki. Kadıncağız neredeyse tüm gün toprak taşımış ancak o parayla sadece bir lastik alabilmişti. O da diğer Ablama. Büyük  Ablam yırtık eski lastikle idare ediyordu. Küçük Ablamın da ertesi gün Annem ile toprak taşımaya gitmesi gerekiyordu ki anlaştığı ücretin tamamını alabilsin. O zaman bana da büyük ablama da lastik alabilsin. Ben sabah yine avazım çıktığı kadar ağlamaya başlamıştım. Bugünde okula gidemiyecektim.  Ayaklarımda dünden çok acıyordu. Annem daha görmemişti ayaklarımı. Onlar evden çıkar çıkmaz yine toparlanmıştım. Gizlice Gülizar teyzenin evlerinin önüne dolanıp onların kapısının önünden lastik ödünç alacaktım. Fakat şansıma tek bir lastik vardı. O da pembeydi. Ama okul o kadar önemliydi ki benim için giydim lastikleri başladım koşmaya. Çocuk aklı. Arkadaşlarımın  yine benimle alay   edebilecekleri aklıma gelmemişti. Arkadaşlarım lastikleri görür görmez” Halit Aziz kız olmuş, kız olmuş deyip deyip bana gülüyorlar, Pembe lastikli Azize Azize diye peşimden koşturuyorlardı. Tam yine ben ağlayarak okulun bahçesinden fırlayacaktım ki omzumda bir el hissettim. Sevinç Öğretmenim diğer çocuklara, çocuklar çok ayıp hadi bakalım sınıfınıza zil çaldı diye seslenerek herkesin okula girmesi söyledi. Halit dün niye gelmedin okula. Ne oldu yavrum diye başımı okşayarak şefkatli bir ses tonuyla başımı okşadı. Ağlayarak Öğretmenime anlattığımda üzülme çocuğu diyerek bana sımsıkı sarıldı. Sevinç Öğretmenimin bu şefkat dolu sarılışı bir anda bana bütün üzüntümü unutturmuştu. Burada bekle beni dedi. Sonra kaldıkları tek katlı lojmana doğru yürümeye başladı. Döndüğünde ise elinde tamda bana göre bir kara lastik vardı. Aziz giy bakalım bunları. O küçücük kollarımla Öğretmenime bir kez daha sarıldım. Başımı yukarı kaldırdım. Güneş gözümü kamaştırmıştı. Ama güvertenin diğer tarafından hala kemençe sesi geliyordu. Biraz önceki o yanık türküler gitmiş yerini çılgın bir horon havasına bırakmıştı.

Foto: Aysun Kurt

3

Dünya çok gürültülü bir yerdi. Artık yalnızca Çocuklar ve Dağın en yaşlı Kadınları masumiyetin sesi duyabiliyor, duru olanı görebiliyorlardı.


Güneş Saati

Gemi yolculuğu çok yorucu geçiyordu. Geceleri çok soğuk oluyor, battaniyesini iki kat yapıp içine sığmaya çalışıyordu Aziz. Gece hiç uyuyamamıştı. Bir yandan sert bir zemin, geminin ürkütücü sallantısı ve bir yandan da  soğuk. Yalnız bir çocuk için oldukça zorlu şartlardı bunlar ve gemideki son gece. Akşama doğru gemi Vakfıkebir Limanının açıklarına demir atacak, küçük kayıklarla insanlar karaya taşınacaktı. Aziz’in uykusuzluktan gözü yanıyordu. Günışığı geminin güvertesini büyük bir coşkuyla kaplamıştı sanki. Gemi artık çok da açıktan gitmiyordu. Bu sırada Aziz bir kalabalık fark etti. kahkahalar güvertede dikkat çekici bir şekilde yankılanıyordu. Aziz kalabalığa doğru hızlı adımlarla yaklaşarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kalabalığın ortasında ,elinde kemençe varmış gibi kemençe çalan bir adam, ağzıyla riv riv riv kemençe sesi çıkarıyor, bir yandan da deliler gibi horon tepiyordu. Kollarını yukarı kaldırıyor, sanki serçe parmağı ile bir rüzgar yakalamış birlikte horon tepiyorlardı. Uzun boylu, uzun simsiyah saçlı bu adam cüssesiyle adeta horonun hakkını veriyordu. Aziz Adamın horon tepmesine hayran kalmıştı  .Kollarını havaya kaldırıyor, omuzlarını dimdik öyle bir silkeliyordu ki, sanki ayaklarının altında yer kayboluyor , kaderinin ayaklarının altına çaktığı  bu yeri  yenmeye çalışıyordu. Belli ki yeri ve yerin üstündekileri görmezden gelmeye çalışıyordu. Gözleri kapalı Al aşa oğlum hıh…hıh… deyip bir yandan da görünmez kemençesini çalıyordu. İnsanlar Adamın ne kadar iyi horon teptiğinin farkında bile değillerdi. Alaylı gözlerle görünmez kemençesine ve ağzından çıkan seslere kahkahalarla gülüyorlardı. Adamı, olduğu mekandan horon sanki öyle sıyırmıştı ki: bedeni içinde olduğu zamanın dahi farkında değildi. Bir anda durdu. Sen dedi gür çatal sesiyle ona en çok gülen adama. Çünkü, adam deli, bu adam geminin delisi. Aptalın teki izlemeyin şunu demişti. Deli kelimesi belli ki; canını yakmıştı. Ayak tabanını ile durdurduğunu sandığı zaman, akrebi ,yelkovanı bir anda tekrar hareket ettirmişti. Biri ona gülüyordu kahkahalarla. Gülümsemek halbuki ne kadar güzel bir şeydi, insan yüzünün tam ortasına konmuş bir gül yaprağı gibi. Ama bazı insanlarda leşe dönüşüyordu gülümseme. Kalbinin içindeki dikenler iki dudağını yukarı doğru itiyor, sanırsın ki gülüyor. Ama o itiş arasında aralanan dudaktan çıkan dikenler, kimi hedef aldıysa ona batıyordu. Adam Aziz’in hiç duymadığı küfürlerle kendisine gülen kişinin boğazına sarıldı. Ancak öyle bir yumruk yedi ki; ağzı burnu kanamaya başlamıştı. Boğazına sarıldığı Adam da en az kendisi kadar cüsseli bir adamdı. İstese o da karşılık verebilirdi. Ama yapmadı. Herkes deli deli diye bağırıp hınçla adamın üstüne yürüdüler. Halit Aziz dayanamayıp adamın önüne atladı. Yapmayın lütfen belli ki hasta adamcağız. Yapmayın diye yalvarmaya başladı. Bastonuyla kalabalığı yararak homurdana homurdana gelen yaşlı bir Teyze çemberin tam ortasında durdu. “Utanmaz misunuz, Allah hepicuğunuzun belasunu versun, belli ku Adamun vardur bir marazu. ” Diye çıldırmışcasına bağrıyordu. Önden birkaç kişiye bastonuyla öyle bir vurdu ki herkes bir anda dağıldı. Teyze kuşağından çıkardığı mendili Adama doğru uzattı. Ağzı burnu çok kötü kanıyordu. Ancak Adamın zihni nasıl bir karmaşa içindeyse Teyzenin uzattığı mendili algılayamıyordu. Teyze Çocuğun yakını sanıp mendili Aziz’e verdi. Aziz Adamın elinden tutarak kendi çıkınının olduğu yere Adamı Oturttu. Çok az  ekmeği ile suyu kalmıştı. Mendille Adamın ağzının burnunu silerek kanamasını durdurmaya çalıştı. Adamcağıza su içirmeye çalıştı. Bu tuhaf Adam Aziz’e öyle bir baktı ki. Sanki bu çaresizlik denizinde kendisine tutunacak bir dal bulmuştu. Aziz ,Dayı küfür etmesen iyi bir Adama benziyorsun dedi gülümseyerek. Adın nedir .Adamcağız inliyordu. Belli ki ağzı çok acıyordu. İri ellerini cebine atarak kırmızı bir defter çıkardı. Gemi Adamı cüzdanı yazıyordu. İdris idi adı. İdris Kaptan nereye gidiyorsun diye sordu Aziz. Ama hiçbir cevap alamadı. İdris cebinden çıkardığı içinde pusulası olan parlak saat gibi bir şeyi çocuğa verdi. Anlaşılan o ki çocuğa teşekkür etmek istemişti. Halit Aziz anlamamıştı verdiği şeyin ne olduğunu. Saat pusula karışımı tuhaf bir şeydi. Aziz meraklı gözlerle bu parlak pusulayı incelerken bir anda bir ciddi bir ses tonu ile İdris” O bir Güneş saati “dedi çocuğa. Belli ki ara ara kaçanlar geri geliyordu İdris’e. Üstünde romen rakamı ile on iki sayıyı gösteren sayılar vardır dedi. Yine ağzıyla riv riv riv…kemençe sesi çıkarmaya başlamıştı. Aziz “Dur İdris Kaptan yine koptu senin kemençe teli” dedi gülümseyerek. İdris’in dünyası çok karışmıştı. Bu adaletsiz dünya içinde bir yer bulamamış, kendini kimseye ait olmayan bir boşluk içinde yaşamaya mahkum etmişti. İdris Kaptan’ın Güneş saati de kendisi gibi anlaşılmazdı. Akrep yok yelkovan yok. Halit Aziz’e sahip olduğu tek değerli şeyi vererek ona teşekkür etmek istemişti. Ama Aziz bunu kabul edemezdi. İdris’e geri verdi saati. İdris O senin dedi. “Olmaz Kaptan” dedi Aziz.
İdris ise “Senin yönün başka. Benimse artık bir yönüm yok. O senin olmalı. “Ama bu çok değerli bir şey olmalı alamam” dedi Aziz. “O senin” dedi İdris ve hızla çocuğun yanından kalktı. “Sen biliyorsun yönünü çocuk” dedi. Riv riv riv riviyle olmayan kemençesini çalarak çocuğun yanından ışık hızıyla ayrıldı. Aziz peşinden koştuysa da yakalayamadı İdris’i. Bir anda anlayamadığı şekilde gözden kayboldu. Kamaraların tarafına mı gitti, gemi mutfağının oraya mı?  Aziz elinde güneş saati ile öylece kalakaldı güvertenin ortasında. Artık çok az bir yolu kalmıştı. Belki de iki saat sonra gemiden insanlar kayıklarla karaya taşınacaktı. Çocuk ufka doğru bakarak” İdris Kaptan benim yönüm senden de karışık. Keşke özgürce gidebileceğim bir yönüm olaydı “diyerek tekrar güvertenin kenarına denizin dalgalarını seyredebileceği bir yere oturdu.

Feryal Çakmak