Uzaklarda bir yerde , bir tepede rüzgar eser.
Bilirsin ki rüzgar O tepededir, seni bekler. İçinde seni tutanlarınla, gidemezsin uzaklarına. Çocukluğunu bilir o tepeler, genç bir kız oluşuna ve davullarla zurnalarla Baba evinden uğurlanışına da şahittir seni bekleyen rüzgar, Seni yaşamak istemediğin bir kadere sürükleyende O’dur aslında. Bu yüzdendir Zehra’nın kırgınlığı uzaklarına. Kıvırcık siyah saçlı, ela gözlü Zehra. Üniversite yıllarımda tanıdım Zehra’yı. Aynı yaşlardaydık. Bizim apartmanda yaşıyordu, yaşlı Annesi, Babası ve dört yaşındaki oğluyla . Ama daha önce hiç görmemiştim Zehra’yı. Çünkü ilkbahar ve yaz dönemlerinde köylerinde kalıyorlarmış. Bir akşam üzeri okul dönüşü apartmanda karşılaştım onunla. Elinde bir çuval, sırtında oğluyla merdivenleri çıkmaya çalışan genç bir kadın gidiyordu önümde. Seslendim kendisine. İsterseniz yardım edeyim komşum dedim Zehra’ya. Başında beyaz pullu bir yazması vardı. Birkaç tutam kıvırcık saçı, kaşlarının altında sanki bir nehir gibi pırıl pırıl akan gözlerinin üzerine serpilmişti. Sırtında ve elindeki yüke rağmen bana o güzel gülümsemesi ve çekingen ifadesi ile olur dedi. Oğlu Sırtında uyuya kalmıştı. Çuvalının bir ucundan tuttuğumda anlamıştım ki bir kabak meselesiydi bu ağır yük. Bir kahkaha bastım ki Zehra’ya. Kızcağız anlamadı tabi neden güldüğümü. Daha sonra ona anlattığım da o da çok güldü bu meseleye. Kabak mevsimi geldiğinde o kabaklar var ya hangi çuvalın içine girip nereye gideceği konusunda kendisinin de hiçbir fikri bulunmayan, Beşikdüzü – İstanbul arası mı yolculuk desem, Beşikdüzü-Samsun arası yolculuk mu desem , Beşikdüzü – Ankara’mı desem bilemedim köyümüzün kabaklarının fütursuzca sürüklenişini. Hele ki Anneannemin Beşikdüzü’nden İstanbul’a götürmek istediği kabak çuvalları ise benim için tam bir kabustu . Otobüs Muavini ile kavgalarımızı ve de Harem ‘de aman biri götürür çuvallarımızı kaygısı ile Kabak Çuvallarının üzerine zorla oturtuluşum tam bir dramdı . Otogara üç araba gelirdi bizi almaya .Babam, Büyük Dayım ve Küçük Dayım. “Eksik kabak var mı”nın kontrol edilişinden sonra yükleme işlemi tamamlanır ve tabi ki bana üç arabada da yer kalmazdı . Anneannemin belindeki kuşak çuvalın üzerine atılır, bana yine kabak çuvallarının üzerinde yolculuğumu tamamlama imkanı tanınırdı. İşte tüm mesele buydu. Yani bir Kabak Meselesiydi tüm dönüşlerimizin olmazsa olmazı Zehra ile ile arkadaşlığımız bir kabak çuvalı ile başlamıştı.
Bir gün bana dedi ki “Keşke derdimiz sadece bal kabağı taşımak olsaydı. En azından bu yükün sonunda ağzımızda şeker tadında bir keyif kalır düşüncesi ile yükü çekmek daha kolay mı olurdu bizim için. Güldük birlikte .Sonra da bizde bu şans varken taşıdığımız kabaklar bile kelek çıkardı ya neyse dedi kaderine sitemkar bir ifadeyle.” Bense gülümseyerek ona , Anneannem derdi ki Zehra: “Yükün hafif duruyorsa kabakların kelektir, yükün ağırsa kabakların bal gibidir. “Çok üzülüyordum O’na. Eşi Zehra’yı karnında çocuğu ve de biri altı diğeri de beş yaşında 2 kız çocuğu ile bırakıp, başka bir kadın uğruna terk etmişti. Yükü ağırdı Zehra’nın. Annesi ve Babası karnındaki çocuk erkek olduğu için kabul etmiş, İki kızını ise yetimhaneye verdirtmişlerdi. O Ela gözleri batık bir gemi yüzerdi kirpiklerinin altında. Gücü kalmazdı oğluna , o iki kızını düşünmekten. Annesine veriyordu oğlunu sürekli ona baksın diye. Onu da uyurken izliyor, gözyaşlarına boğuluyordu ,uzaklarına onu üvey eden rüzgar , oğlunu da kucağına düşman ediyordu sanki Zehra’nın. Oğlunun yaşadığı imkan kızlarına tanınmadığı için ona yaklaşamıyor , bir yandan da yavrusunu kalbinin üzerine damgalamak istiyordu, onu da kimse elinden alamasın diye. Ayda bir kızlarının hafta sonu yanına almasına izin veriliyordu Zehra’nın. O gün her geldiğinde Zehra ile karşılaşmaktan çok korkuyordum. Gözlerindeki mutluluğun dalında kurumuş bir sonbahar yaprağı gibi, kızlarının ardından dökülüşünü izlemek beni çok acıtıyordu. Bir akşam Zehra büyük bir sevinçle yanıma gelmişti. Ordu’da Kuzenleri yaşıyordu Zehra’nın. Kuzenlerinden birinin nişanı vardı. Anne Babası yaşlı olduğu için Zehra’yı göndermeyi uygun bulmuşlardı nişana.
Zehra Trabzon’dan başka hiçbir yere gitmemişti şimdiye kadar. Bu onu çok heyecanlandırmıştı. Hayatında ilk defa köyü dışında bir yere gezmeye gidecekti. Benden ruj almaya gelmişti nişanda sürmek için. İlk defa onu bu kadar mutlu görmüştüm. Sanki ilk defa bir şeylerin kaygısını duymuyordu. Üç gün sonra bir akşam Zehra yanıma geldi ağlayarak. Ela gözlerinden boncuk boncuk akıyordu gözyaşları. Amcasının oğlu herkesin içinde Zehra’ya tokat atmıştı ruj sürdü diye. Zehra’da çok üzülmüş, nişan takılmadan ilk otobüsle geri dönmüştü.
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi babası ise Zehra’yı o akşam eve gelme saatini kaçırdı diye , bu arada saat daha 19:30 iken eve almadı. Bana dertleşmek için geldiği akşam dahi zehir olmuştu Zehra’ya. Bir kış akşamıydı. Hava ayaz, soğuk. Zehra kapılarının önünde babasına kapıyı açması için yalvarıyor, bense Zehra’yı bize gelmesi için ikna etmeye çalışıyordum. Ertesi gün açar sinir geçsin diyordum. Zehra aşağıda bense merdivenin başına oturup Zehra’yı bekleyeme başladım. Kız o kadar çok ağladı ki açmadı babası kapıyı. Gece yarısına kadar hiç bir şey söylemeden ikimizde apartman boşluğunda oturduk. Çok üşüdük. Zehra artık titremeye başladı. O pırıl pırıl bakan , zaman zaman nehir gibi akan o berrak gözler , çaresiz bir ceylan gibi kayalıkların ardında yitmişti sanki. Sanki artık onu kimse bulmasın istiyordu.
Zehra’nın o çaresiz bakışlarını bir mendil içine saklayıp , içimdeki silinecek izler koleksiyonuma bir yenisini daha eklemiştim o akşam.