Zenaat ne içindir?/Em.Öğrt. Atilla Korkmaz
“Maçka Kışlası’nda, Jandarma Alayında askeriz. Alayın mevcudu iki bin kişi. O zaman İstanbul, Ankara, İzmir ve doğu vilayetlerinde Örfi İdare (sıkıyönetim) var. Bizim alay İstanbul ve çevresinde olabilecek olaylara karşı hazır kuvvet bekliyor. Günün veya gecenin bir saatinde otobüsler geliyor ve yüzlerce erle birlikte subay ve astsubayları alıp gidiyor. Ortam hayli hareketli. Asker ocağında çok kıymetlidir hemşehrilik. Başka hemşehrilerimiz de var ancak biz babanla daha bir yakınız. Biliyordum o zaman, baban sevdalıydı annene. Anlatırdı bize, başka arkadaşlarımız da anlatırdı ama ben babanın anlattıklarını dinlemeyi severdim. Çok ayrı bir muhabbetim vardı ona karşı. Neden biliyor musun ?
Bindokuzyüz kırk üç yılını, kırk dört yılına bağlayan yılbaşı gecesi, bir üşüme vurdu içime. Su içiyorum buz kesiyor içim. Revirde yatırdılar o gece beni. Kah ateşler içinde, kah titreme nöbetleriyle zor buldum sabahı. Sıhhıye geldi sabahleyin.
-“Hastaneye göndermem lazım, seni”. Dedi.
Ambulans, araba, herhangi bir nakil aracı yok. Tekerlekli iki araç var koca alayda. Biri alayın ekmeğini taşıyan dört tekerlekli at arabası, öteki de çok yaşlı ve üç madalyalı alay komutanının sepetli motosikleti. İşte böyle bir yokluk ortamındayız. Demek ki alayda sedye de yoktu ki, baban ve üç arkadaş, bir battaniye içine koydular beni, sal taşır gibi, kestirme yollar da bulmaya çalışarak Gümüşsuyu Asker Hastanesine taşıdılar. Zatürre olmuşum. Yirmi üç gün yattım hastanede de , kurtuldum ölümden. Babanı da o yokluğu da unutamam.”
Ben bu satırları yazarken doksan iki yaşına girdi Mehmet amca (Erçin). Yüzünde ileri yaşından gelen bir zayıflık, bir çöküntü hissedilse de, bilinci su gibi berrak. Babam, annem, dedem, babaannem ve köyümüzden kimi insanlarla ilgili öyle şeyler anlatıyor ki tümü şaşılacak kadar net ve doğru. Yaşlı insanların büyük bir çoğunluğunda görülen unutkanlık onun kapı önünden hiç geçmemiş gibi, dediğim dedik tavır da. Her an yeni bir şeyler öğrenmeye açıklığının yanında “ Sen, bunu benden daha iyi bilebilirsin.” Derken, karşısındakine verdiği değeri iyiden iyiye hissettiren bir çelebilik, esneklik ve incelik. Anlatıyor ; -“ Geride kalan seksen yılı çok iyi hatırlıyorum. Kulağımda kalanları da hesaba katarsak, son bir asır hakkında pek çok şeyi bildiğimi söyleyebilirim. İmparatorluk döneminde dülgerlik, marangozluk, demircilik, nalbantlık ve ticaret büyük ölçüde gayrimüslimlerin elindeydi. Ormandan bir ağaç kesilecek. Ağacı kesen bıçkıyı gayrimüslim yapıyor, tomruğu biçip tahta haline getiren hızarı da. Hızarcı da gayrimüslim. Üstelik çiviyi, kefen bezini de onlar yapıyorlar.
Biçilen o tahtadan, o çivi ve bıçkı kullanılarak tabut yapılıyor, müslümanı o kefen bezine sarıp yatırıyorlar o tabutun içine. Madem, Rum o kadar kötü, niye yatarsın o tabutun içine ? Niye yapmazsın kendi tabutunu ?”
İki resim çizdi Mehmet amca. Biri yirminci yılına ulaşan Cumhuriyetimizden bir yokluk, yoksulluk resmi, diğeri de imparatorluk dönemindeki zenaat ve ticaretin genel tablosu. Beşikdüzü bu anlatılanların neresindeydi?
Beşikdüzü’nün çok bilinir, özel bir yer oluşunun nedeni tek değil. Bu küçücük ilçenin farklılığının ve büyüklüğünün, onun cisminin büyüklüğü ile, nüfusu ve yer küre üzerinde kapladığı alanla ilişkisi yok inanın. Ben anlatayım da siz isterseniz inanmayın. Bir kere insanımızın okur, yazarları Beşikdüzü dendiğinde Köy Enstitüsü ve onun devamı olan Öğretmen Okulu ve Öğretmen Lisesi ile birebir eşleştirirler onu. Kuşkusuz, Enstitü, Öğretmen Okulu ve Öğretmen Lisesi Beşikdüzü’ nün tanınır, bilinir bir yer olmasında çok büyük katkılar sağladılar. Ancak, yakın geçmişte başka yanları da vardı Beşikdüzü’nü ünlendiren. Çok eskilere gitmeyelim. Otuz beş, kırk yıl önce ;
Ülkemizin bir köşesinde, inşaatta çalışan usta, çivi çakıyor. Keserin üzerinde markası var. “Başar, Ayar, Yüksel, Çinel, Çelik, Öztürk, Nezor…” gibi. Aynı markaları taşıyan baltalar ağaç ya da odun kesiyor, her yerde. Toprak kazıyor kazmalar, yeniden üretim için. “Fındıklık bahçalıyor”, dal kesiyor, girebiler, kerentiler. Hemen her köyde üretiliyor da büyük yoğunluk Kefli (Hünerli) ve Zemberek’ te. Her hane bir imalathane neredeyse. Bitmedi, hemen her köyde birçok evin yanında küçük bir tam (dam), İçinde körük, örs, çekiç, eğe, mengene bir de usta. Körük çekiyor yeni gelin, üfleyen körükte yanan kömür ateşi, tavına getirsin diye demiri. Tavlanan demir, dövülecek, örs üzerinde, şekil alacak, sonra yontulacak eğe ve zımpara ile, av tüfeği olacak, kocasının elinde. Her hafta yüzlerce tüfek gidecek ülkenin dört bir yanına. Bitmedi yine. Cumhuriyetin kurulmasından biraz daha önce başlayarak esnafı, tacirin, tüccarın büyük ölçekli tartılarını yaptığı kantarını, baskülünü üretti bu ilçe. Körfez ülkelerine, Türki cumhuriyetlere gitti Akkese’ de üretilen baskül. İnşaat ustası keseriyle, orman köylüsü baltasıyla, rençber kazmasıyla, avcı tüfeğiyle, tacir kantarı, baskülüyle tanıdı Beşikdüzü’nü.
Her bir köyden gelen körük pofurdamaları, çekiçle dövülen örs çınlamaları, demire sürtülen eğe sesleriyle koskocaman bir fabrika. Küçük, küçük bölümlerden, hücrelerden oluşan kocaman bir fabrika. Değil ülkede, belki dünyada benzeri yok. Her hafta yüzlerce kilo demir, çelik, boru, kömür, elektrot, karpit v.b. madde giriyor, onlarca, yüzlerce mamul madde çıkıyor, köyleriyle birlikte toplam nüfusu yirmi bini bile bulmayan bu kasabadan. Çok canlı bir ekonomi. Yüzlerce aile doğduğu yerde, köyünde geçinme olanağına sahip. Bütün köyler cı vıl, cıvıl, çocuk zengini köylerimiz. Köy ilkokullarındaki öğrenci sayıları yüz, iki yüz, üstelik ortaokullar da var merkezi köylerde, onlar da kalabalık. Çok büyük bir artı değer üreten, çok küçük bir kasaba Beşikdüzü. Bilmeyen hayallerimi anlattığımı zannedebilir, bu gününe baktığımda yaşayarak gördüğüm o günleri hayal etmek bile çok zor geliyor bana bile.
Tacirliğin, ustalığın, zenaatin büyük ölçüde gayrimüslimlerin elinde olduğu söyleniyor ya. Öyleyse bütün bu anlattıklarım ne anlama geliyordu ? Bu sorunun cevabını çok aradım, cevabını bilen biriyle karşılaşmadığım gibi tanık olduklarımın geçmişiyle ilgili yazılı bir kaynak da bulamadım. Hünerli, Zemberek odaklı küçük el aletleri üretimi en eskisi bu zenaatların. Söylenenlere bakarak belirleyebildiğim tarih, geriye doğru yüz elli yıl. Tek bir yazılı kayıt yok.
En geç doğup, en erken ölen, av tüfeği yapımı. Bin dokuzyüz ellili yılların sonunda başlayıp, saman alevi gibi her yanı sardıktan sonra, yine saman alevi gibi söndü gitti, 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle birlikte.
Yarattığı katma değerin büyüklüğü bakımından kantar ve baskül imalatı, kuşkusuz üzerinde en çok konuşulması, tartışılması gereken alan. Seksen yıldan daha uzun bir süre boyunca ülkenin dört bir yanına, hatta ülke dışına da üretim yapan bu zenaat kolu, karadelik tarafından yutulan bir yıldız gibi aniden kaybolup gitti Beşikdüzü’ nün ekonomik hayatından.
Baskül ustası Ali Çakır’ ın babası, Çakıroğlu Ahmet Usta, Merhum Osman Dilek’ in ticaretle uğraşan babası Asım Efendi’ nin Fransız yapımı baskülünü “ben aynısını yaparım” diyerek alır. Belli bir noktaya kadar da yapar. 1910 lu yılların başlarıdır. Rus Ordusu Doğu Anadolu’ nun bir bölümünü işgal etmiştir. Ülkenin her yanında yoğun bir asker toplama çalışması vardır haliyle. O tarihlerde Beşikdüzü’ nün bağlı olduğu Askerlik Şubesi Görele’ de dir. Bölgeden pek çok genç, gönüllü olarak şubeye başvurur ve askere alınırlar. Arka, arkaya gelen savaşlar nedeniyle yokluk ve yoksulluk öyle bir noktadadır ki, zar zor asker bulunsa bile silah yetersiz, asker bulunsa bile cephane kıt, cephane yok. İşte böyle bir ortamda Beşikdüzü köylerinden çocuklarını askere gönderen kimi ailelerin, ahırlarından inek satıp, onun parasıyla piyade tüfeği ve mermisi satın alarak, askerini silahı ve cephanesiyle cepheye yolladığını biliyor muydunuz, bilmem.
O insanları minnet ve şükranla anıp, sürdürelim öykümüzü. Çakıroğlu Ahmet Usta şehit olur Sarıkamış’ ta. Katılır kırılan “gonca gülün tazeleri” arasına. Onun bıraktığı yerden işe başlayan Mısırlıoğlu Ahmet Usta ile amcası oğlu Mustafa Usta pek çok başarısız deneme ve yap bozlardan sonra yaparlar ilk baskülü. Yeni bir çığır açarlar, hem Akkese Köyü’ nün hem de Beşikdüzü’ nün önünde. Ustaların yanında çalışan çırakların da ustalaşmasıyla giderek artar usta sayısı. Yeni ustalar kendi işlerini kurarlar. Böylece birçok insan kendi adına üretim yapmaya başlar. Bu insanlar o kadar başarılı olurlar ki, Beşikdüzü baskülüne ve kantarına ülkenin her yanından büyük talep gelir. Siparişlerin sıraya konma dönemi başlar.
Bu arada ülkemizin Avrupa Birliği serüveni de ağır, aksak sürmektedir. Hayatın her alanının kriterlere bağlandığı, standart hale getirildiği bir düzendir bu. Belli bir standardı olmadı Beşikdüzü baskülünün. Daha doğrusu standardizasyon ile arası hiç iyi olmadı, olamadı, Beşikdüzü’ nün. Daha da ileriye giderek diyebilirim ki ;Bu küçük ilçe “hiçbir şeyden çekmedi standardizasyondan çektiği kadar” Baskül ve kantarın standardizasyonu amacıyla yapılan birkaç cılız girişim başarısız oldu. Başarı için şart olan örgütlenme ve bunun yanında maliyeti düşürerek rekabet gücünü artıran seri üretimin koşulları oluşturulamadı. Bu durumda standart elektronik tartı araçları karşısında yenilgi kaçınılmazdı. Sonuç, arka arkaya ve büyük bir hızla kapanan imalathaneler. Bu imalathanelerden günümüze kalan tek bir işyeri var. “Uslu Kantar”. Orada da imalat değil tamirat yapılıyor. İşyeri sahibi Hikmet Uslu anlatıyor ; “Eski yıllarda her imalatçının bir markası vardı. Ürettiğimiz kantarlar İl Sanayi ve Ticaret Müdürlüğü elemanları tarafından kontrol edilir ve uygun bulunanlar damgalanırdı. Bundan sonra verebilirdik piyasaya malımızı. Daha sonra devlet denetim görevini bir Hollanda firmasına verdi.(devlet mi verdi, AB mi ?) Firma elemanının buraya getirilmesi bir yığın masraf. Elli, altmış kantar olmalı en az. Kim yapacak o kadar kantarı ? Ben de bırakırım yakında herhalde, değil torunumun, oğlumun bile bu işi sürdüreceğini sanmıyorum.” Beşikdüzü ekonomisinden başlayarak nüfus kompozisyonuna kadar pek çok alanda kendisine zarar veren ilk yenilgiyi 1980 yılında aldı. Bıçakla kesilir gibi bitti av tüfeği üretimi. Aslında 12 Eylül askeri darbesi kaçınılmaz ölümü, bir kaç yıl öne aldı demek daha doğru. Geldiği görülüyordu kaçınılmaz sonun. Hiç birşey yapmadı insanlar, olacakları beklediler boyunlarını büküp. O yenilgi, tek, tek ve yüksek maliyetli üretimin, düşük maliyetli seri üretim karşısındaki yenilgisiydi. O yenilgi örgütsüz ve güçsüz yüzlerce insanın, örgütlü güçlüler karşısındaki yenilgisiydi. O yenilgi mengene, eğe, örs ve çekiç’ in CNC tezgahları karşısındaki, başına buyruk, kendi kuralını koyan, beş benzemez üretimin, standart ve dünyanın her yanında kabul gören üretim karşısındaki yenilgisiydi. Huğlu’ nun kooperatifleşme yoluyla, Düzce’ nin şirketleşerek başardığını başaramadı Beşikdüzü’ lü ustalar ne yazık ki.
Bir ders çıkarılabildi mi birinci yenilgiden. Çıkarılamadı. Çıkarılamadığı şuradan belli, tam da aynı nedenlerle yenildi Beşikdüzü baskül ve kantarı. Bir örgütlenme denemesi oldu, olmadı değil. Öncelikleri ve işleyişi amaca uygun olmadı bu denemenin, o da söndü gitti.Öyle görünüyor ki sırada gün, gün sayıları azalan Hünerli ustalarının tasfiyesi var. Pek yakında onlardan da pek birşey kalmayacak geriye, yazılanlar ve yazılacaklardan başka. Bir zamanlar sadece Hünerli’ de sayıları yüz yirmiyi bulan dükkanlardan bugün on tane kalmadı.Usta diyor ki ; “Fabrikanın yaptığı keser beş lira ,ancak çok kalitesiz, dayanıksız, bir kullanımlık. Ben bir keseri yirmibeş liraya ancak malediyorum, ama torununa bırak.” Ben de ustaya diyorum ki ; “Ustam çok haklısın. Senin alın terin, el emeğin, göz nurun var o keserin üzerinde. Bunların pahası ölçülemez, senin ürettiğin keserin değeri belki daha da fazla. Zaten sorun da burada.Fabrika keserinin beş lira olduğu piyasaya sizler on liraya satılacak keser üreten bir organizasyon kurabilseniz, tüketici sizin ürettiğiniz keseri alır inan. Bu birincisi. Bir de, ustam,dükkanında kullandığın eğeyi, demir testeresini “torunuma kalsın” diye mi alıyorsun ?” Bu da sonuncusu.
1980 Yılından başlayarak birer, birer kapanmaya başlayan küçük imalathaneleri, giderek öğrenci sayıları azalan ve daha sonra birer, birer kapanan köy okulları izledi. Köylerde çocuk sesleri azaldı ve ender duyulan seslerden oldu. Emekli köyü oldu köylerimiz. Genç ve üretken insanlar büyük şehirlere göçtüler.Her köyde okul çağında bulunan on yirmi kadar öğrenci sahildeki okullara taşınıyor artık. Organize Sanayi bölgesinde yapılanları bir tarafa bırakırsak sadece tüketen, kocaman bir köye dönüştü Beşikdüzü. Ekonomisi, çalışanların ve emeklilerin aylıklarıyla dönen, kocaman bir köy.
Aslında olan bitenin tamamı, ülkemizin büyük fotoğrafının, Beşikdüzü ölçeğinde de tekrarı, başka birşey değil. Zamanında çözülemeyen sorunlar,ilerleyen zaman içinde çok daha zor, çok daha büyük yatırımlar gerektiren yepyeni sorunlar yaratıyor. Köylerinde, beldelerinde, kasabalarında geçimlerini sağlama olanağı bulamayan insan yığınları akın akın büyük kentlere göçüyorlar. Büyük kentlerde geçimlerini ne ölçüde sağlayabiliyorlar, bu ayrı bir konu, ancak durmak bilmeyen bu göç, büyük kentlerin nüfusunu hızla şişirirken, katlanarak artıyor kentlerin ulaşım, sağlık, eğitim barınma gibi sorunları. Avrupa’da hükümetler yönetiyor, İstanbul büyüklüğünde insan topluluklarını. Bizde kimse yönetemiyor.
Birkaç ay önce, ülkelerin kırsal ve kentsel nüfus dağılımları ile ilgili bir araştırma gördüm bir kaynakta. Karşılaştırmalı tablolar, grafikler, amacını aşar bu kitabın,bir de sıkar okuyucuyu çok bilimsel ölçümler,bu nedenle küçük bir örnek verip, kapatayım izninizle;
Almanya’ da toplam nüfusun yüzde dokuzu, nüfusu milyonu aşan kenlerde yaşıyormuş,Türkiye’de toplam nüfusun yüzde kırkı.
Diğer gelişmiş ülkelerdeki durumu sorarsanız, bize değil Almanya’ ya benziyor. Bu da aramızda kalsın.